5 Eylül 2013 Perşembe

Kadın ve tanrı.

Kdın ve tanrı.......
Tanrı : Şunu demek istiyorum; İnsanoğlu genel olarak bir canavardır, kendini egittiği ve düşündüğü oranda insan, eğitmediği ve düşünmediği oranda da hayvandır. Eğitimle iki şeyi kastediyorum. Birncisi: bieysel eğitim, yani ruhun eğitilmesi ve güzeleştirilmesi. İkincisi ise okul eğtimidir. Kadın’ın iç dünyası daha da karışık olduğu için ve vahşi arzularının kurbanı olduğu zaman da hata üzerine hata, iyilik yerine, kötülük yaparak yaşamda taribat’a sebep olur.

Madame, uzun boylu, kıvırcık saçlı, yeşil gözlü, beyaz tenli ve çok neşeliydi. Deyim yerinde ise, elini sallamadan ellisini kendine çekebilen cinstendi. Mutluluğun, Başkaları’nın mutsuzluğu üzerine kurulu olduğunu doğası gereği biliyordu. Ama bu Saltanat’ın pek uzun ömürlü olmayacağını da biliyordu ve buna rağmen bildiğinden geri kalmıyordu.


Kendisi hariç, herkes ona âşıktı. Kendi doğasını pek sevmiyordu. Bazen kendi kendine, ayna karşısında şöyle diyordu: “Ya bu erkekler gerçekten odun”, bende ne buluyorlar, anlamıyorum. Ben onları aldatıyorum, kandırıyorum, paralarını yiyiyorum, yuvalarını dağıtıyorum, gene de bana bayılıyorlar.  “Ben kimim gerçekten? Ben şeytan mıyım?“ deyip isyan etmediği zamanlar da olmuyor değildi yani.


Bu güzel, şık ve şarman Madame, bir gün yolda yürürken, hayranlarından Biri‘nin saldırsana uğrayarak, aldığı bıçak darbeleriyle kanlar içerisinde yere serilir. Yerde can çekişen Madam’ın beyaz teni, kanla sulanırken, yeşil gözleri de hala bu Dünya’ya doymadığını ifade eder gibi baka kalır.

Bedeni yerde olmasına rağmen, ruhu çoktan “öbür dünya“ya uçmuş ve Kendisi’ni Tanrı‘nın önünde bulmuştur. Tanrı bile bu yaratığı, ruh karşısında ayağa kalkarak, yumuşakça “madame, sizin için ne yapabilirim?“ diyerek, onu onure etmekten geri duramaz. Tanrı‘nın bu iltifatı karşısında, kendisine ait kadınlık üslubuyla Tanrı‘nın tam önünde dimdik durarak söyle dedi: “Size bir şey sorabilir miyim?

Tanrı: buyurun, sorun.
Kadın: Ben kimim?
Tanrı: Sen bir Kadın’sın.
Kadın: “Kadın“ ne demektir?
Tanrı: İç dünyası karışık ve dış dünyası mükemmel olan dişi bir varlık.
Kadın: Neden, beni böyle yarattın?
Tanrı: Mutlu olman için.
Kadın: Ben, ama hayatımda hiç mutlu olmadım; başkalarını mutsuz etmek sizce bir mutluluk mu?
Tanrı: Mutluluk, Başkaları‘nın mutsuzluğun‘dan geçmiyor mu? Yani, iki mutluluğun bir olması mümkün değildir, biri mutsuz iken, diğeri de buna karşın mutlu olmak zorundadır.
Kadın: Neden? Oysa ben mutlu iken, başkalarının da mutlu olmasını isterdim. Fakat ne yazık ki, her şey istediğim gibi olmadı. Bu yüzden ben de kendimi hiç sevmiyorum.
Tanrı: Sen, seni sevesin diye değil, başkaları seni sevsin diye yaratıldın.
Kadın: Evet bu doğru, herkes bana âşıktı. Ama ben onlara asla âşık olmadım; ben “sevgi“ adına onları hep kulandım ve acılara boğdum. İnsanlara acı vermek hoşuma gidiyordu ve bu anlamda yeni arayışlara giriyordum.
Tanrı: “Kadın“ zaten arayış demektir; elde olanı elden çıkarmak ve elde edilemeyeni de elde etmek, yani hep yeninin peşinden koşmak.
Kadın: Ama ben bu işlerde pek bir şey anlamadım ve sonu da kötü oldu.
Tanrı: Buna doyumsuzluğun ve aç gözlülüğün sebep oldu.
Kadın: Peki beni neden böyle duyumsuz bir varlık olarak yaratın?
Tanrı: Mutlu olabilmen için.
Kadın: Ama bu yıkımlara ve tahribatlara neden oldu.
Tanrı: Ruh‘ta ve beyinde gelişme kayıt etmeyen kadın, zaten yıkım ve tahribat demektir.
Kadın: Neden?
Tanrı: Ne ruhta ne de kendinde pek ilerleme yapamadın da ondan:
Kadın: Ne demek istiyorsun?
Tanrı: Şunu demek istiyorum; İnsanoğlu genel olarak bir canavardır, kendini eğittiği ve düşündüğü oranda insan, eğitmediği ve düşünmediği oranda da hayvandır. Eğitimle iki şeyi kastediyorum. Birincisi: Bireysel eğitim, yani ruhun eğitilmesi ve güzelleştirilmesi. İkincisi ise okul eğitimidir. Kadının iç dünyası daha da karışık olduğu için ve vahşi arzularının kurbanı olduğu zaman da hata üzerine hata, iyilik yerine, kötülük yaparak yaşmada tahribata sebep olur.
Kadın: Ama ben de mutsuzdum olanlar karşısında.
Tanrı: Yalan söylüyorsun. Sen arzu ettiğin her erkeği, mal u mülkü elde etmedin mi?
Sen kadınlığını kullanarak başkalarının acılarına neden olmadın mı?
İnsanlar senin yüzünden birbirine düşman kesilirken, sen başkalarıyla buluşmaya devem etmedin mi?
Sen kendini tatmin etmek için moral değerleri hiçe sayıp, göl kenarlarında, en serin ormanlarda doğanın diğer bütün canlılarının gözleri önünde, sabahlara kadar sevişmedin mi?
Kendi vahşi arzuların için doğurduğun çocukları bile görmemelikten gelerek, onların ölümüne neden olmadın mı?
Kiliseye gidiyorum diye, gidip çay bahçelerinde gönül eylemedin mi?
Sen bunlara hala mutsuzluk mu diyorsun?
Kadın: Mutsuzluğu anlayabilmem için, biliyorum ki, ben şimdi Cehenneme gideceğim, değil mi?
Tanrı: Sen, zaten cehennemsin, seni cehenneme gönderecek kadar deli değilim ben. Sen gider orayı da bozar “cehennemlikleri“ cennetlik yaparsın. Seni, cennete göndereyim de, bari orada bir işe yarayasın; çünkü cennettekilerin canı mutluktan çok sıkılıyor, yapacakları pek bir şey de yok, onlara mutsuzluk zevkini yaşatabilmen için, seni doğrudan doğruya cennette gönderiyorum.


Ahmet çanta

26 Temmuz 2013 Cuma

suç ve ceza

Suç ve ceza üzerine dostayevski o görkemli eserinde neyi anlatmaya çalışmıştır ki!

Toplumsallık eğilimi (içtimailik meyli), insanın yaşama zorunluğunun sonucudur. Toplum nasıl insan içinse, insan da öylece toplum içindir. Toplumunsa birtakım gerekleri vardır, işte bu gerekler, insanı töreye ve dine zorlar. Hayvan toplumlarında örneğin bir arının, toplumunu unutarak sadece kendi isteklerinin peşinden gitmeye başladığını düşünelim. Bilinçsiz içgüdüsü bu haylaz arıyı toplum yükümüne (mükellefiyetine) çağıracaktır. Çünkü, arılar yükümlü olmazlarsa kovan yaşayamaz. İnsan toplumlarında da bu yüküm insanı ödevine iter. Toplumsallık, insan varlığının en büyük parçasıdır. Suçunu sadece kendisi bilen, cezadan yakayı kurtaran bir katilin çektiği vicdan acısı; insanın kendi varlığına, kendi benliğine dönmek isteyişidir. Suçunu açıklarsa vicdan acısından kurtulacaktır, çünkü ödevini yerine getirmiş, benliğinin büyük parçası olan topluma dönmüştür. Toplum alışkanlığından doğan, içgüdülerin zorladığı bu ödevseverlik, insanı töreye ve dine götürür. Bu ödevseverlik, törenin ve dinin birinci kaynağıdır. Bu ödevseverlik iyice deşilirse, insanların korunma içgüdüsüne dayandığı görülür. İnsan, açıkçası, bu görevseverliğiyle kendisini korumakta, yaşama zorunluğuna uymaktadır. Bu kaynak, kişinin, iradesini iten bir kaynaktır. Bu kaynaktan gelen din ve töre, insanı koruyan bir din ve töredir.

ahmet çanta

21 Temmuz 2013 Pazar

Bu gece en hüzünlü siirleri yazabilirim
















Söyle diyebilirim : 'Gece yildizlardaydi 
Ve yildizlar, maviydi, uzaklarda üsürler'

Gökte gece yelinin söyledigi  sarkilar
Bu gece en hüzünlü siirleri yazabilirim

Hem sevdim, hem sevildim, ya da o böyle söyler
 Bu gece gibi miydi kucagima aldigim

Öptüm onu öptüm de üstümde sonsuz gökler
Hem sevdim, hem sevildim, ya da ben böyle derim

Sevmeden durulmayan iri, durgun bakisli gözler
Bu gece en hüzünlü siirleri yazabilirim

Duymak yitirdigimi, ah daha neler neler
Geceyi duymak, onsuz daha ulu geceyi

Çimenlere düsen çiy yazdigim bu dizeler
Sevgim onu alakoymaya yetmediyse ne çikar
Ve o benimle degil, yildizlidir geceler

Yürek zor katlaniyor onu yitirmelere 
Bakislar sanki onu bana getirecekler

Böyle gecelerdeydi agaçlar beyaz olur
Artik ne ben öyleyim ne de eski geceler

Sesim ara rüzgari ona ulasmak için
Simdi sevmiyorum ya, eskidendi sevmeler

Simdi kimbilir kimin benim oldugu gibi
Sesi, aydinlik teni, sonsuz uzayan gözler

Sevmiyorum dogrudur, yürek bu hala sever
Sevmek kisa sürdüyse unutmak uzun sürer

Bu gece gibi miydi kollarima almistim
Yüregimde bir burgu ah onu yitirmeler

Budur bana verdigi acilarin en sonu
Sondur bu onun için yazacagim dizeler

Pablo Neruda

ahmet çanta



















Düşünce insanların ve kaderin gözünden,
Aforozlular gibi, yapayalnız ağlarım;
İrkilir sağır gökler çığlıklarım yüzünden,
Bahtıma lanet okur; yüreğimi dağlarım;
Talihi yaver giden herkese gıpta eder,
Şu denli güzel olsam, dostlarım olsa derim;
Şunda sanata, bunda dehaya içim gider,
Oysa solda sıfırdır yapmak istediklerim;
Kendimden iğrenirken aklım sana doğrulup
Gönlüm kara dünyayı gerilerde bırakır,
Gün doğarken yükselen bir tarla kuşu olup
Cennet kapılarında kutsal ezğiler şakır;
Öyle bir sevğidir ki sevğini anmak bile,
Sultanlarla yer değiş deseler de nafile

William Shakespeare
ahmet çanta

19 Temmuz 2013 Cuma

Varoluş üzerine bir etüt ahmet çanta


 Varoluş bize özümüzün kendisini kazanmamız için verilmiştir. Varoluşun önceden
ileri sürülmüş bir özü var etmek için değil, onu , kendi seçimimizi belirlemek ve onunla birlikte olmak için müsade edildiği vakit bir anlamı olabilir. Biz, özü varoluşun olabilirliği diyecek yerde, var oluşu özün olabilirliği sayan varlık içinde kendi ebeddi yerimiz kendi özümüzü sevmek sayesinde tesbit ederiz.

Düşünme eylemini şuurdan asla ayrı bağımsız düşünemeyiz. Ben kimim, „ Ben ben miyim“ sorusunu sorduğumuzda düşünmeye başlamış oluruz. Görsel ve duyusal orğanlarımızla zihinsel dosyalarımıza depoladığımız bilgiler, bir benliğin sayesinde olabilir.
Bir çalı gülünün, yahut akasyanın ve olmadı, iğde çiçeğinin, bayğın kokusu çoğu kere o varlığın kendisini değil bizim kendi düşüncemizde hakimiyeti kuran tutkularımızı hatırlatır.
Yani ılık bir gece esnasında uykusunda uyandığımız bir baykuşun sesi, duyu tellerimizin elemine dokunduğunda hisseder ve çektiğimiz acıların hülyasına dalarak gönlümüzü seyir eyleriz. Diğer bir deyişle kanun taksimlerinde hicaz makamının uzaktan gelen derin bir sesin haz tellerimizi okşadığını duyarız.

Çoğu kez seyrine daldığım kendi hülyalarımda pencerenin dışındaki ağaca bakarak kendimi terketmekte ve birilerinin beni alıp benden götürmekte olduğunu ve kendime dönüş yaptığımda anlıyorum. Benim benden ayrılığımı bana onurla geri sunan, "ben" içindeki başka bir "ben" midir sahi? Bu soruyu sorduğumda ikizim yardımıma koşmakta: „ Sen ağaca bakarken bulutlardasın“ diye , cevap vermekte.
Dünya,bünye,künye ve hülya
Görsel ve duyusal orğanlarımızla zihinlerimizde tutarak harmanlayıp hafızamıza kayıt ettiğimiz sayılarca dosya bulunmaktadır, o dosyaları fakültelerimizde sınıflandırılarak numaralandırılmıştır. İhtiyaç duyduğumuzda çekip çıkarıyoruz şuurumuzla.
Zihinsel fakultelerimizde arşivlediğimiz birçok mirasi ve harisi ailemizin bize öğrettiği, yahut devletin bizi alıklaştırarak işlettiği yanılğılarımızı fark ederiz. Şuurumuzun varlığında şüphecilik, olduğu bilinir çoğu kez , şüphelerimiz, alıklaşmamıza karşı koyan şeytani yanlarımızdır.
Şeytan, sorğulamada ( şeyleri tanımakta) inandığımız ve dosyaladığımız bütün anlamsız bilgiler, karanlığın içinde doğan akılcı dürtü olan Tan’dır. Çoğu kez elimizdeki şekeri kandırarak almaya çalışan bir başka çocuğun kurnazlığına karşı koymamıza benzer bu durum.
Defalarca kendimizden ayrılıp hülyalarımıza daldığımız seyahatlerde geri dönebiliyorsak, buradaki benliğimiz, şuurlu benliktir. Eğer dönüşü yapmadan kendimizden ayrılmışsak benliğimiz yok olmuştur ama duyusunu yitirmiş bir bedenimiz vardir, benimiz yokturdur.
O bedenimizi, kimi seyircilerimiz için, çevremizde gülünç halini aldığını bir başka benler alğılar.
Yani, gerçek durumda dikkatimin dağıldığı ve yatışıtığı andan itibaren benden uzaklaşıp yok olmuşsa karanlıklarda bu da benim ölü benimdir ve canlı bedenimdir ama şuurum yerinde değildir.

Ben, kendisi olan ben değilim, o, kendisi olmayan beslendiği bir deryadır. Bir çok nehirleri yutmuş, yuttuğu nehirlerin dalğalarıyla tepiştigi zihinsel harmandır.
Bunun içindir ki; ben, kendi bedeni dışında ve bedensiz olabilirlikten mahrum bulunan bütün evrenin şuuru dışında başka hiç birşey değildir. Bedenin beni esrarlı bir gölge olayla meydana getirmediği gibi şuurun mümkün olabilmesi için kendimizi alemden ayırd etmemiz ve bu itibarla da sınırlanmış..


Hoşça kal aşkım
kal sağlıcakla
Birlikte yürüdük bunca yolu
birlikte geldik
Hoşça kal aşkım
kal sağlıcakla
Kal güzelliğinle
esenlikle mutluluklarla
Benim durmaya vaktim yok.
yüreğim burkulmadan gitmeliyim.
Hoşcal ciğer parem. hoşcakal
aklına geldikce
 Kadehin yap beni birtanem
 Bir ömür olsun ki
Senin için de  olayım

Yüreğimde karanlığın şavkını yak
Gece aşkın söylesin
beni an ben yoken 
Gün batarken - son ışıklara
Bakar gibi
hoşcakal yüreğmin sızısı
Beni uyandır aşkınla
her an kıyılarıma bir dalga gibi vur
Beni uyandır
sabahın seher yeliyle
hoşcakal aşkım hoşcakal.

ahmet çanta




17 Temmuz 2013 Çarşamba

aşk












Bir aşk için yapabileceğin her şeyi yaptığına
inanıyorsan ve buna rağmen hala yalnızsan, için rahat
olsun. Giden zaten gitmeyi kafasına koymuştur ve
yaptıkların onun dudağında hafif bir gülümseme
yaratmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır.
Sen kendini paralarken o her zaman bahaneler bulmaya
hazırdır. Hani ağzınla kuş tutsan “Bu kuşun kanadı
neden beyaz değil?” diye bir soruyla bile
karsılaşabilirsin.. iki ucu keskin bıçaktır bu işin.
Yaptıklarınla değil yapmadıklarınla yargılanırsın her
zaman. Bu mahkemede hafifletici sebepler yoktur. İyi
halin cezanda indirim sağlamaz.
Sen, “Ama senin için şunu yaptım” derken o, “şunu
yapmadın” diye cevap verecektir. Ve ne söylesen
karşılığında mutlaka başka bir iddiayla
karşılaşacaksındır. Üzülme, sen aşkı yaşanması
gerektiği gibi yaşadın.Özledin, içtin, ağladın,
güldün, şarkılar söyledin, düşündün, şiirler yazdın.
“Peki o ne yaptı” deme. Herkes kendinden sorumludur
aşkta. Sen aşkını doya doya yaşarken o kendine
engeller koyuyorsa bu onun sorunu. Bir insan eksik
yaşıyorsa, ve bu eksikliği bildiği halde tamamlamak
için uğraşmıyorsa sen ne yapabilirsin ki onun için?
Hayatı ıskalama lüksün yok senin. Onun varsa, bırak o
lüksü sonuna kadar yaşasın.
Her zamanki gibi yaşayacaksın sen. “Acılara tutunarak”
yaşamayı Öğreneli çok oldu. Hem ne olmuş yani,
yalnızlık o kadar da kötü bir şey değil. Sen mutluluğu
hiçbir zaman bir tek kişiye bağlamadın ki…. Epeydir
eline almadığın kitaplar seni bekliyor.Kitap okurken
de mutlu oluyorsun unuttun mu? Kentin hiç görmediğin
sokaklarında gezip yeni yaşamlara tanık olmak da keyif
verecek sana.Yine içeceksin rakını balığın yanında.
Üstelik dilediğin kadar sarhoş olma özgürlüğü de
cabası….
Sen yüreğinin sesini dinleyenlerdensin ve biliyorsun
asolan yürektir.Yürek sesi ne bilmeyenler, ya da bilip
de duymayanlar acıtsa da içini unutma; yasadığın
sürece o yürek var olacak seninle birlikte. Sen yeter
ki koru yüreğini ve yüreğinde taşıdığın sevda
duygusunu. Elbet bitecek güneşe hasret günler. Ve o
zaman kutuplarda yetişen cılız ve minik bitkiler
değil, güneşin çiçekleri dolduracak yüreğini…
  
Nazım hikmet.
ahmet çanta

15 Temmuz 2013 Pazartesi

İşte böyle canlar

Eğrilen belin olsun.. aldırma, yeterki elin eğrilmesin Ahmet! Dil zaten eğridir.. Kimin dili doğruymuş sahi? En adil konularda bile eğrilmeden konuşan dil var mıdır? Önemli olan dilden çıkan sözün doğruluğudur)  


Hani her çicek  dalında güzel durur ve görünür derler.   Her meyve dalında olgunlaşır  dalında tadını alırmış … artık bu saatten sonra  çayı şekersiz içmeye başladım şekerde  tat vermiyor . şekersiz –de  çay içile bilirmiş. Acıyı da çok severdim yemeklerde hep acı  olmasını isterdim. Şimdi artık acılı yemeklerde aramıyorum. tat da tuzda önensiz artık!  Birazcık tuz etkisi yaratmıyorsa Hani yaraya basıp acı verermiyorsa tuzun ne önemi kalır. işte böyle canlarım hayat benim gözümde değer yitirirken başkalarının gözünde değer kazanmaya devam edecektir...

Sevgi, yüce bir erişilmez büyüklük olup, bu erişmezliği kimi kez ben başaracağım dese de insan. Bir türlü bunu yaşayacak donanımlı mükemmeliyetçi bir duygu bağıyla yakalayıp yaşaması neredeyse imkânsızdır. İçinde sevgiyi besleyen insan yüce onurlu bir insandır.

Sevginin tarihi, insanlık tarihi kadar eskidir. İnsanların var olmasıyla sevgide var olmuştur.
Sevgiyi yüreğinden söküp insanların yaşamına feda edecek birileri çıkıyor kuşkusuz! Bu da bir türlü toplumsallaşmasını beraberinde getirmiyor. Sevgiyi anlamak gerekir. Enine boyuna tartışmak üzerinde durmak gerekir. Sevgiyi en iyi bilen anne olup çocuğuna olan sevgisi, fedakârlı tutumu, Emeği insanlığa eşdeğerdir.

Bu yüceliği, anne gösteriyor diyebiliriz. Fedakârlık boyutu tartışılsa da sevgiye karşı annenin emeği çok büyüktür. Aynı zamanda, Sevgi İnsanı bir eylemdir. Sevgi, salt iki cins arasında duygusallıktan ibaret olmadığını, ama neredeyse genel kavram içinde bunu böyle algılamak dayatıldı, denebilir.

Kadının doğurganlığı insan (erkek) üzerinde etkisi çok büyüktür. Bunla da kalmayıp yaşama bakışı, üretkenliği, pozitif yönelimi ve yaratıcılık yeteneği Kadının (annenin) sevgideki yeri konumunu ortaya koyuyor. tomlumsal yaşamı

Ç O C U K
Umudun yeşili
Güneşin sarısı sende
Ateş kızılısın sen çocuk
Süt aklığı
Bal tatlısı
Gül allığısın sen çocuk
Büyüdün
Göz yaşı
Yürek sızısın sen çocuk
Ana rahminden geldin elimize
Zindanın hücre kuşusun sen çocuk
Kuş gibi uçamadın ama
Salıncağın dar ağacı oldu
Salladın bizide çocuk...

Gül Gün  yazarımızada bu şiiri için teşekkür ederiz

ahmet çanta

13 Temmuz 2013 Cumartesi

William Shakespeare
















Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,

Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.

Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,

Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,

Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,

O kızoğlan kız  erdem dağlara kaldırılmış,

Ezilmiş, horgörülmüş el emeği, göz nuru,

Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,

Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,

Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,

Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,                    

Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen’e,

Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,

Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.



ahmet çanta

12 Temmuz 2013 Cuma

Bir Mezar Yazıtı:olsun.



Ne demişler  ahmet... Her yol yürünür ama her yolcuyla  yürünmez!  ah  Yüreğmin sızısı  Bir gülücük getirde gözyaşlarımı sileyim.

Batan ömrün lafları olsun bunlar.. nice intiharlara sebep, Nietzsche yazarlar gördüm, başkalarının boğulmasını can simidi yapmış kendine. Ve nice yalanlar gördüm suskunluğumda bıçak atmış tenime...Bu şehir boğuyor beni artık katlanamıyorum kulak verin söylenen sözlere.


Duvar gibi sağırdır bu şehir,Neron kadar duygusuz.Bazen, bağır bağır bağırıyorum   bre tez elden bana iki Sivaslı bulun, yaksın bu şehri ! Yıkın bu şehri, bir tek canlı kurtulmasın.
Her gece Yıldızlara bakıp onları sayıyorum,yere baksam yürek dayanmıyor… bu şehirde her gün her saat içimden parça parça bir şeyler kopup gidiyor… bu şehir üzerime ateşten bir gömlek gibi geliyor, damla damla beni eritiyor..
Ve bu şehir ne bunları görüyor,ne duyuyor nede bir tek söz söylüyor…
 Yaşadığım bu şehir,dertsiz , gamsız, sevilecek bir şehirdir belki de. Ayrılıklar taşıyan şu istasyon, beni benden alıp götüren şu sokak çalgıcıları gibi ve bendeki bu Mülteci duygular olmazsa… yaşadığım’(!) bu şehir…

……
Ey şehir !nedir bu çektiğim senden ? Kaç kez bedenimi ve ruhumu koparıp aldın benden ey şehir.. bıktım senin bu aldatıcı güzelliğinden…
Yüz binlerce ağzın vardı,bana tek kelime etmedin. Binlerce gözün vardı,bir tanesi bile beni görmedi ey şehir.. Kader bildirimi sende yazmayacağım, artık yalvarsan da buralarda kalmayacağım… günahlarını istersen bir türküye çevir ama, inan çalmayacağım…


Genç ve özgür  iken, düşlerim sonsuzken, dünyayı değiştirmek isterdim.
Yaşlanıp akıllanınca, dünyanın değişmeyeceğini anladım.
Ben de düşlerimi biraz kısıtlayarak, sadece memleketimi değiştirmeye karar verdim.
Ama o da değişeceğe benzemiyordu.
İyice yaşlandığımda, artık son bir gayretle, sadece ailemi, kendime en yakın olanları değiştirmeyi denedim.
Ama maalesef bunu da kabul ettiremedim.
Şimdi ölüm döşeğinde yatarken birden fark ettim ki, önce yalnız kendimi değiştirseydim, onlara örnek olarak ailemi de değiştirebilirdim.
Onlardan alacağım cesaret ve ilhamla memleketimi daha ileri götürebilirdim. Kim bilir, belki dünyayı bile değiştirebilirdim.
Sen Değişirsen Dünya Değişir…

ahmet çanta


10 Temmuz 2013 Çarşamba

ESKİ BİR MEZAR YAZITI











Gürültü patırtının ortasında sükunetle dolaş; sessizliğin içinde huzur bulunduğunu unutma. Başka türlü davranmak açıkça gerekmedikçe herkesle dost olmaya çaliş. Sana bir kötülük yapıldığında verebileceğin en iyi karşılık unutmak olsun, bağışla ve unut. Ama kimseye teslim olma. İçten ol. Telaşsız, kısa ve açık seçik konuş. Başkalarına da kulak ver.
Aptal ve cahil oldukları zaman bile dinle onları; çünkü, dünyada herkesin bir öyküsü vardır. Yalnız planlarının değil, başarılarının da tadını çıkarmaya çalış. İşinle ne kadar küçük olursa olsun ilgilen. Hayattaki dayanağın odur. Seveceğin bir iş seçersen yaşamında bir an bile çalışmış olmazsın. İşini öyle sev ki, başarıların bedenini ve yüreğini güçlendirirken, verdiklerinle de yepyeni hayatlar başlatmış olacaksın.Olduğun gibi görün ve göründüğün gibi ol. Sevmediğin zaman sever gibi yapma. Çevrene önerilerde bulun ama hükmetme. İnsanları yargılarsan onları sevmeye zamanın kalmaz. Ve unutma ki insanların Yüzyıllardır öğrendikleri, sonsuz uzunlukta bir kumsalın tek bir kum taneciğinden daha fazla değildir. Aşka burun kıvırma sakın. O çöl ortasında yemyeşil bir bahçedir. O bahçeye layık bir bahçıvan olmak için her bitkinin sürekli bakıma ihtiyacı olduğunu unutma.
Kaybetmeyi ahlaksız bir kazanca tercih et. İlkinin acısı bir an, ötekinin vicdan azabı bir ömür boyu sürer. Bazı idealler o kadar değerlidir ki, o yolda mağlup olman bile zafer sayılır. Bu dünyada bırakabileceğin en büyük miras dürüstlüktür. Yılların geçmesine öfkelenme. Gençliğe yakışan şeyleri gülümseyerek teslim et geçmişe. Yapamayacağın şeylerin yapabileceklerini engellemesine izin verme. Rüzgarın yönünü değiştiremediğin zaman, yelkenlerini rüzgara göre ayarla. Çünkü dünya, karşılaştığın fırtınalarla değil, gemiyi limana getirip getiremediğinle ilgilenir. Ara-sıra isyana yönelecek olsan da hatırla ki, evreni yargılamak imkansızdır. Onun için kavgalarını sürdürürken bile kendinle barış içinde ol.
Hatırlar mısın doğduğun zamanları. Sen ağlarken herkes sevinçle gülüşüyordu. Öyle bir ömür geçir ki, herkes ağlasın öldüğünde, sen mutlulukla gülümse. Sabırlı, şefkatli, bağışlayıcı ol. Eninde sonunda bütün servetin sensin. Görmeye çalış ki bütün pisliğine rağmen dünya, insanoğlunun biricik güzel mekanıdır.
Xsentius, M.Ö. IX. yy.

ahmet çanta

9 Temmuz 2013 Salı

En güzel paylaşım acı çeken birinin acılarına ortak olmaktır.


Sis'li bir aşktı, Tutku
Tutku'yla
Söyleyemediğin her kelime intihardı dudaklarında
Bakireydi İtiraf_sızlığın.

Huzur'du Uyku
Uyku'suzlukla
Sustukların yaşlanmışlıktı
Yaş'ın henüz...


Yorgun'du varlığın
Varlığın'la
Yıktın_!!

Sus'pusluğun, Giz'di
Giz'lediklerinle en kolay çözümlenirliğindeydin
Çözümsüzlüğünse..
Gizleyemediklerin_!!!

ahmet  çanta



13 Nisan 2013 Cumartesi

İNSAN TOPLULUĞU DENECEK BUNLARA.YÜZSÜZ BE AHMET












Eğer gün gelir de ölürsen ahmet
Koca mutsuzluk kalacak senden miras
Ne bir ağlayanın ne de bir arkadaş
Defolup gideceksin yanlız be ahmet

Elin ki yalan, senin ki gerçektir yalın
Çiz bu koca gerçeğin altını kalın
Hay içine edeyim ben böylesi yolun
Yürününecek bu yollar sensiz de ahmet

Hangi güller gonca değildi açıp da solan
Karınca gibi tırmanıp bitkinin tepesini dolan
Aynı yere inip gelmen değil mi sonunda olan
Yollanacak o cesedin dinsiz be ahmet



Sıçacaksın kefenin içine koca bir bok
Çıkar yolu var mı desem tabi ki yok
İşte böyle dolup taştığı manyak
Ahali denecek bunlara yüzsüz be  ahmet

AHMET ÇANTA

17 Mart 2013 Pazar

Akbaba

                           
AKBABA
Bir akbaba vardı, ayaklarımı gagalıyordu. Çizme ve çoraplarımı didik didik etmiş, sıra ayaklarıma gelmişti. Durup dinlenmeden gagalıyordu; arada bir havalanıp çevremde tedirgin dolanıyor, sonra yine çalışmasını sürdürüyordu. Derken bir Bay geçti karşıdan, bir vakit durumu izledi, sonra niçin akbabaya ses çıkarmadığımı sordu.
Ne yapabilirim ki!" dedim. "Geldi, haydi gagalamaya başladı; kuşkusuz ilkin kovmak istedim, hatta boğacak oldum kendisini; ancak böyle bir hayvanın gücüne diyecek yok.

Baktım hemen suratıma atlayacak, ben de ayaklarımı gözden çıkarmayı uygun buldum; artık didik didik edilmelerine de bir şey kalmadı.

"Vallahi bilmem ki neden bunca işkenceye katlanıyorsunuz!" dedi Bay.

Bir kurşun akbabanın işini görür hemen.
Ya?" diye sordum ben. "Peki bunu siz yapar mısınız?"
Hayhay!" dedi Bay.
Yalnız eve kadar gideyim de silahımı alıp geleyim. Bir yarım saat daha bekleyebilir misiniz?"

Bilmem," diye yanıtladım ben ve bir süre acıdan kaskatı kesildim, ardından dedim ki:
Ne olur, siz gene bir deneyin!
Peki, peki!" dedi Bay. "Bir koşu gider gelirim.

Biz konuşurken, akbaba gözlerini bir Bay'a, bir bana çevirmiş, sessiz sakin bizi dinlemişti. Şimdi görüyordum ki, bütün söylenenleri anlamıştı; ansızın havalandı,hız almak için alabildiğine geriye kaykılıp usta bir mızrak atıcısı gibi gagasını ağzımdan içeri daldırdı, derinlere gömdü.
Ben sırtüstü yıkılırken, onun tüm çukurları dolduran, tüm kıyılardan taşan kanımın içinde kurtuluşsuz boğulup gittiğini görerek rahatladım.

( Frazn Kafka )
NOT...

Burada promoteus'un Zeus tarafından cezalandırılışını anımsadım. Mitolojiden gelen bu hikâyeyi okuduktan sonra bu öyküyü yorumlamak daha iyi olabilir  DİYE DÜŞÜNÜYORUM

 Kapitalizmde gün kara , insan maskara dogar ne yazık böyle.
Bana  evladım,  aşk maşk deyip kendinizi ve birbirinizi aldatıp ve boşuna yormayın... Mülkiyet ve paranın eğemen olduğu toplumlarda aşk çıkara dayanır. Zaten aşka en çok vurğu yapanların aşkın İÇİNE nasıl etiğni bilirsinz. Benim aşkım hakikattır.

AHMET ÇANTA


12 Mart 2013 Salı

Mağara Mitosu...Platon...

Mağara Mitosu...Platon...
Şimdi dedim, insan denen yaratığı eğitimle aydınlanmış ve aydınlanmamış olarak düşün. Bunu şöyle bir benzetmeyle anlatayım: Yeraltında mağaramsı bir yer, içinde insanlar. Önce boydan boya ışığa açılan bir giriş… İnsanlar çocuklarından beri ayaklarından, boyunlarından zincire vurulmuş, bu mağarada yaşıyorlar. Ne kımıldanabiliyor, ne de burunlarının ucundan başka bir yer görebiliyorlar. Öyle sıkı sıkıya bağlanmışlar ki, kafalarını bile oynatamıyorlar. Yüksek bir yerde yakılmış bir ateş parıldıyor arkalarında. Mahpuslarla ateş arasında dimdik bir yol var. Bu yol boyunca alçak bir duvar, hani şu kukla oynatanların seyircilerle kendi arasında koydukları ve üstünde marifetlerini gösterdikleri bölme var ya, onun gibi bir duvar. Böyle bir yeri getirebiliyor musun gözünün önüne getir.

.Getiriyorum.

- Bu alçak duvar arkasında insanlar düşün. Ellerinde türlü türlü araçlar, tahtadan yapılmış, insana, hayvana ve daha başka şeylere benzer kuklalar taşıyorlar. Bu taşıdıkları şeyler, bölmenin üstünde görülüyor. Gelip geçen insanların kimi konuşuyor, kimi susuyor.
 Garip bir sahne doğrusu ve garip mahpuslar!
 Ama tıpkı bizler gibi! Bu durumdaki insanlar kendilerini ve yanlarındakini nasıl görürler. Ancak arkalarındaki ateşin aydınlığıyla mağarada karşılarına vuran gölgeleri görebilirler, değil mi?

- Ömürleri boyunca başlarını oynatamadıklarına göre, başka türlü olamaz.

- Bölmenin üstünden gelip geçen bütün nesneleri de öyle görürler.

- Şüphesiz.

- Şimdi bu adamlar aralarında konuşacak olurlarsa, gölgelere verdikleri adlarla gerçek nesneleri anlattıklarını sanırlar, değil mi?

- Öyle ya.

- Bu zindanın içinde bir de yankı düşün. Geçenlerden biri her konuştukça, mahpuslar bu sesi karşılarındaki gölgenin sesi sanmazlar mı?

- Sanırlar tabi.

- Bu adamların gözünde gerçek, yapma nesnelerin gölgelerinden başka bir şey olamaz ister istemez, değil mi?

- İster istemez.

- Şimdi düşün: Bu adamların zincirlerini çözer, bilgisizliklerine son verirsen, her şeyi olduğu gibi görürlerse, ne yaparlar- Mahpuslardan birini kurtaralım; zorla ayağa kaldıralım; başını çevirelim, yürütelim onu; gözlerini ışığa kaldırsın. Bütün bu hareketler ona acı verecek. Gölgelerini gördüğü nesnelere gözü kamaşarak bakacak. Ona demin gördüğün şeyler sadece hoş gölgelerdi, şimdiyse gerçeğe daha yakınsın, gerçek nesnelere daha çevriksin, daha doğru görüyorsun, dersek; önünden geçen her şeyi birer birer ona gösterir, bunların ne olduğunu sorarsak - Şaşırakalmaz mı?- Demin gördüğü şeyler, ona şimdikilerden daha gerçek gibi gelmez mi?

- Daha gerçek gelir.

- Ya onu aydınlığın ta kendisine bakmaya zorlarsak- Gözlerine ağrı girmez mi- Boyuna başını bakabildiği şeylere çevirmez mi? Kendi gördüğü şeyleri, sizin gösterdiklerinizden daha açık, daha seçik bulmaz mı?

- Öyle sanırım.

- Onu zorla alıp götürsek, dik ve sarp yokuştan çıkarıp, dışarıya, gün ışığına sürüklesek, canı yanmaz, karşı koymaz mı bize- Gün ışığında gözleri kamaşıp bizim şimdi gerçek dediğimiz nesnelerin hiçbirini göremeyecek hale gelmez mi?

- İlkin bir şey göremez herhalde.

- Yukarı dünyayı görmek isterse, buna alışması gerekir. Rahatça görebildiği ilk şeyler gölgeler olacak. Sonra, insanların ve nesnelerin sudaki yansıları, sonra da kendileri. Daha sonra da, gözlerini yukarı kaldırıp, güneşten önce yıldızları, ayı, gökyüzünü seyredecek.

- Herhalde.

- En sonunda da, güneşi; ama artık sularda, ya da başka şeylerdeki yansılarıyla değil, olduğu yerde, olduğu gibi.

- Öyle olsa gerek.

- İşte ancak o zaman anlayabilir ki, mevsimleri, yılları yapan güneştir. Bütün görülen dünyayı güneş düzenler. Mağarada onun ve arkadaşlarının gördükleri her şeyin asıl kaynağı güneştir.

- Bu değişik görgülerden sonra, varacağı sonuç bu olur elbet.

- O zaman ilk yaşadığı yeri, orada bildiklerini, zindan arkadaşlarını hatırlayınca, haline şükretmez, orada kalanlara acımaz mı-

- Elbette.

- Ya orada birbirlerine verdikleri değerler, ünler- Gelip geçen şeyleri en iyi gören, ilk veya son geçenleri, ya da hepsini en iyi aklından tutup, gelecek şeylerin ne olabileceğini en doğru kestirmenin elde ettiği kazançlar- Mağaradan kurtulan adam artık onlara imrenir mi- O ünleri, o kazançları sağlayanları kıskanır mı- O boş hayallre hilleus gibi, “fakir bir çiftçinin hizmetinde uşak olmayı”, dünyanın bütün dertlerine katlanmaktan bin kere daha iyi bulmaz mı?

- Bence bulur; her mihneti kabul eder de bir daha dönmez o hayata.

- Bir de şunu düşün: Bu dediğimiz adam yeniden mağaraya dönüp eski yerini alsa; gün ışığından ayrılan gözleri karanlıklara dayanabilir mi?

- Dayanamaz.

- Daha gözleri karanlıklara alışmadan, ki kolay kolay da alışamaz, yeniden bu karanlıklar içinde düşünmek, zincirlerden hiç kurtulmamış mahpuslarla gördükleri üzerinde tartışmak zorunda kalsa herkes gülmez mi ona- Yukarıya, boşu boşuna çıkmış, üstelik de gözlerini bozup dönmüş demezler mi- Bu adam onları çözmeye, yukarıya götürmeye kalkışınca, ellerinden gelse, öldürmezler mi onu?

- Hiç şaşmaz, öldürürler.

- Şimdi, sevgili Glaukon, bu benzetmeyi demin söylediklerimize uyduralım. Görünen dünya mağara zindanı olsun. Mağarayı aydınlatan ateş de güneşin yeryüzüne vuran ışığı. Üst dünyaya çıkan yokuş ve yukarıda seyredilen güzellikler de, ruhun düşünceler dünyasına yükselişi olsun. Benim nereye varmak istediğimi merak ediyordun ya, işte bu benzetmeyle onu iyice anlamış olursun. İnsan onu kolay kolay göremez. Görebilmek için de, dünyada iyi ve güzel ne varsa, hepsinin ondan geldiğini anlamış olması gerekir. Görülen dünyada ışığı yaratan ve dağıtan odur. Kavranan dünyada da doğruluk ve kavrayış ondan gelir. İnsan ancak onu gördükten sonra iç ve dış hayatında bilgece davranabilir.

- Anladığım kadarıyla ben de senin gibi düşünüyorum.

- Peki, şunu da benim gibi düşün öyleyse: İyiye yükselmiş olanların insan işlerini ele almaya istekli olmamaları, hep o yüksek yerlerde kalmaya can atmaları, hiç de şaşılacak şey değildir. Benzetmemizi de düşünecek olursak, böyle olması gerekir.

- Gerçekten öyle.

- Şuna da şaşmamalı: Tanrısal dünyaları seyretmiş bir kimse, insan hayatının düşkün gerçeklerine inince, şaşkın ve gülünç bir hale düşer. Karanlıklara alışmadığı, ilkin her şeyi bulanık gördüğü için, mahkemelerde, şurada burada doğrunun gölgeleri, ya da bu gölgelerin yansıları üzerine tartışmalara girip de, doğruluğun kendisini hiçbir zaman görmemiş olanların yorumlarını çürütmek zorunda kalırsa, herkes yadırgar onu, değil mi?

- Buna hiç şaşmam.

- Ama aklı başında olan bilir ki, insanın gözü iki karşıt sebepten, iki türlü bulanır. Biri aydınlıktan karanlığa geçişte olur, öbürü de karanlıktan aydınlığa geçişte. Onun gibi düşünce de bir şeyi açık seçik göremeyince, buna gülecek yere düşünmeli: Acaba daha ışıklı bir dünyadan gelip karanlıklara alışamadığı için mi, yoksa bilgisizlikten aydınlığa varıp aşırı bir parlaklıkla kamaştığı için mi bulanık görüyor göz- Birincisi, övülecek, ikincisi acınacak bir haldir. Karanlığa alışamayan göz, ışıklı bir dünyadan geliyor demektir. Ona gülersek, gülünç oluruz. Ötekineyse hakkımızdır gülmek.

- Bu ayırma pek yerinde.

- Bütün bu söylediklerimiz doğruysa, onlardan şu sonucu çıkarabiliriz: Eğitim birçoklarının sandığı şey değildir. Onlara göre eğitim, bilgiden yoksun bir ruha bilgi koymaktır. Kör gözlere görme gücü vermek gibi.

- Öyle derler gerçekten.

- Oysa ki, bizim konuşmalarımız da şunu gösteriyor: Her ruhta bir öğrenme gücü ve bu işe yarayan bir örgen vardır. Gözün karanlıktan aydınlığa çevrilmesi için nasıl bütün bedenin birden dönmesi lazımsa, bu örgenin de bütün ruhla birlikte geçiçi şeylere sırtını dönüp varlığa bakabilmesi, varlığın en ışıklı yönüne, “iyi” dediğimiz yönüne çevrilebilmesi gerekir, değil mi?

- Evet.

- Eğitim, ruhun bu gücünü, “iyi”den yana çevirme ve bunun için en kolay, en şaşmaz yolu bulma sanatıdır. Yoksa ruhta görme gücünü vermek değil; çünkü güç onda kendiliğinden vardır; ama kötü yöne çevriktir. Bakılmayacak yana bakmaktır. Eğitim onu yalnız iyi yana yöneltir.

- Bana da öyle geliyor.

- Şimdi ruhun öteki güçlerini beden güçlerine eş sayabiliriz; çünkü bu güçler ilkin eksik de olsa, çalışmayla, alışmayla elde edilebilir. Ama, düşünme gücü bir başka türlü güçtür. Tanrısal bir şeyler vardır onda. Bu güç hiçbir zaman yok olmaz; ancak, ona verilen yöne göre ya yararlı ve kârlı olur, ya da yararsız ve zararlı. Belalı dediğimiz haydutlara dikkat etmişsindir. Kafaları ne kadar iyi işler, ardına düştükleri şeyleri ne kadar iyi görürler. Görüşleri keskindir ama, kötülüğün emrine girmiştir. Onun için de ne kadar keskin görüşlü olurlarsa, kötülükleri de o kadar büyük olur.

- Doğru.

- Şimdi diyelim ki, tabiatın böyle yarattığı bir ruhu daha çocukluktayken değiştiriyoruz. Zevklerin, keyiflerin, heveslerin, türlü isteklerin ruha sardığı, zamanla geliştirdiği ağırlıkları kesip atıyoruz. Bunlardan kurtulan ruhu doğrudan yana çeviriyoruz. O zaman bu ruh kimde olursa olsun, eğrilikleri gördüğü açıklıkla doğruluğu da görecektir.

- Haklısın.

- Şunda da haklı değil miyim: Bütün bu söylediklerimize göre, ne eğitimsiz, bilgisiz insanlar, ne de ömürlerini bilgi yoluna koyanlar devleti yürütmeye elverişlidir. Birinciler yaptıkları işlere yön verecek bir ülküleri olmadığı için, ikinciler de devlet işlerine karışmak istemeyecekleri için; çünkü onlar, dünyada bulunabilecekleri mutlu ülkeyi bulmuş sayarlar kendilerini.

- Doğru.

- Öyleyse, seçkin insanları en yüksek saydığımız şeyin bilgisine doğru yöneltmek, onları karanlıklardan ışığa çıkarmak, devletin kurucuları olan bizlere düşer. Ama o yüce kata yükselip de iyiyi doyasıya seyretmiş kimseleri bugünkü gibi kendi hallerine bırakmayalım.

- Ne demek istiyorsun-

- Yukarıda durakalmasınlar, mağaradaki mahpuslar arasına dönsünler, onların işlerini üzerlerine alıp, verecekleri mevkileri, şerefleri, küçümsemesinler.

- Ama bunu yapmakla, haklarını çiğnemiş, onları düşkün bir hayat sürmeye zorlamış, daha mutlu bir durumdan ayırmış olmaz mıyız?

- Unutuyorsun ki dostum, kanunların kaygısı birtakım yurttaşlara ötekilerden üstün bir mutluluk sağlamak değil, yurttaşları ya inandırarak, ya zorlayarak birleştirmek, her birine toplum içinde görebileceği iş payını aldırmak, böylece bütün toplumu birden mutluluğa götürmektir. Devlet seçkin yurttaşlar yetiştirmeye uğraşıyorsa, bu onların keyiflerince yaşayıp, dilediklerini yapmaları için değil, devlet düzenini sağlamlaştırmaya yardım etmeleri içindir.

- Doğru, bunu unutmuşum.

- Şunu unutma ki, Glaukon, biz de kendi yetiştirdiğimiz filozoflara karşı haksız davranmayacağız; durumlarını değiştirip, başkalarına bekçilik etmelerini isterken, haklı sebepler göstereceğiz onlara. Şöyle diyeceğiz: Öteki devletlerde filozofluğa yükselen kişilerin politika gürültülerine karışmamaları anlaşılır; çünkü onlar, devletlerinin isteğine aykırı olarak kendi kendilerini yetiştirmişlerdir. İnsan kendi kendini yetiştirip de ekmeğini kimseye borçlu olmadı mı, hiç kimseye de hesap vermek zorunda değildir. Ama, biz sizi kendi yararınız için olduğu kadar, devletin yararı için, arı kovanlarındaki beyler gibi olmanız için, yetiştirdik. Size öteki filozoflardan daha geniş,daha olgun bir eğitim verdik. Sizi, felsefeyi devlet işleriyle uzlaştırabilecek bir hale getirdik. Siz de sırası gelince, başkalarının oturduğu yere inmek, karanlık köşelere gözlerinizi alıştırmak zorundasınız.karanlığa alışınca, siz onlardan bin defa daha iyi göreceksiniz. Çünkü, güzelin, doğrunun, iyinin gerçek örneklerini görmüş olduğunuz için, karşınıza çıkan her yansının aslını bileceksiniz! Böylece bizim devlet düzenimiz sizin için de, bizim için de gerçek bir varlık olacak; bugünkü devletlerin çoğunda olduğu gibi, bir rüya değil. Bu devletlerin başındakiler, gölgeler üstüne birbiriyle cenkleşmede, sanki başa geçmek büyük bir nimetmiş gibi,kim başa geçecek diye birbirlerini yemektedirler. Doğru olansa şudur: Bir devlette başa geçenler, başa geçmeyi az isteyenler oldu mu, dirliğin de, düzenin de en iyisi olarak var demektir. Baştakilerin böyle olmadığı yerdeyse tam tersine ne dirlik vardır, ne düzen.
ahmet çanta


3 Mart 2013 Pazar

aşk şiiri.


Aşk Şiiri

Sen aşk şiiri yazamazsın Hasan Hüseyin
Çünkü aşk şiirden önce gelir sende
Oysa şiir önünde gitmelidir herşeyin

Sen aşk şiiri yazamazsın Hasan Hüseyin
Çünkü aşk
Kavganın içindedir
Çünkü sen
İçindesin kavganın

Elmayı kokusundan
Güvercini biçiminden soyutlamaktır
Yaşamak denilen kavagyı aşksız düşünmek

Sen aşk şiiri yazamazsın Hasan Hüseyin
Çünkü sen
Gagasından tutup kuşu
Öt kuşum öt kuşum demiyorsun
Çünkü sen
Yedirip çiçekleri ineğe
Koklayıp gerisini ineğin
Kok çiçeğim kok çiçeğim demiyorsun

Öpüşmek başka şeydir yiğidim
Öpüşmeyi düşünmek başka
Sevişmek başka şeydir güzelim
Sevişmeyi düşünmek başka

Sende yaprak -iki gözüm-
Sende yıldız -yürek sızım-
Sende su
Sende bu dört boyutlu kaçma tutkusu
atlıkarıncadan geceleyin
Bakmaktır lunaparka

Sen aşk şiiri yazamazın Hasan Hüseyin
Çünkü sen ilkyaz yağmurlarında çırılçıplak
Dolaşır gibi sıcak morlarda
İçer gibi morları
Düşer gibi morlara
Yaşarsın aşkı iliklerinde

Çünkü sen iki düşman ucun bileşkesisin
Acısısın kavuşmanın
Ayrılmanın sevincisin
Sen aşk şiiri yazamazsın Hasan Hüseyin

Çünkü aşkın kendisidir şiirin
Oysa sen
Oysa aşk
Oysa sen
Sen
Sen aşk şiiri yazamazsın Hasan Hüseyin
Hasan Hüseyin Korkmazgil

 ahmet   çanta

10 Şubat 2013 Pazar

HEPSİ AYNI.

Kaç sevgiliyi sonuncu saydıysam
Hepsi de aynı kadındı
Bilmiyorlardı kendilerini
Ama ben biliyordum
Çünkü hep aynı bendim.
Kaç kadını seviyorum dedimse
Hepsi de aynı kadındı
Bilmiyorlardı birbirlerini
Ama ben biliyordum
Çünkü hepsini seviyordum.
Kaç kadın ihanet ettiyse
Hepsi de aynı kadındı
Bilmiyorlardı kaç yaram olduğunu
Ama ben biliyordum
Çünkü vurulan hep bendim.
 ŞİİR AZİZ  NESİN.

ahmet  çanta

ÖZLEM




















O denli o denli çok beklettin
Alıştırdın bekletmeye kendini
Çok zamanlar geçti de geldin
Senden çok seviyorum senin özlemeni.

şiir....aziz nesin

ahnet çanta

8 Ocak 2013 Salı

Kış Bahçesi


Kış Bahçesi

Kış gelmekte. Sessizliğe ve sarıya bürünmüş
yavaş yapraklarla devredildi bana
o muhteşem yazdırım.

Kardan bir kitabım,
geniş bir el, bir kır,
bekleyen bir çemberim ben,
dünyaya ve onun kışına aidim.

Canlandı dünyanın söylentileri ormanlarda,
sonra yanık yaraları misali kırmızı
çiçeklerle çılgına dönüp tutuştu buğday,
şarabın yazısını takdim etmek için
güz geldi sonra:
hepsi geçti gitti, yazın son kadehiydi
o firari gök,
ve o gezgin bulut sönüp gitti.

Balkonda bekledim, büsbütün mutsuzdum,
sanki dünyaya ve yalnız kalmış
sevgilimin üstüne kanatlarını yaymak için
çocukluğun bütün sarmaşıklarıyla gelmişti dün.

Bildim sarkacağını gülün
ve geçici şeftali çekirdeğinin
tekrar uyuyacağını ve kök salacağını:
ve bütün deniz kararıncaya
ve yanardöner gök külrengine dönünceye dek
bir bardak hava yüklendim.

Sessizliğinin derisi gerilmiş dünya
devam eder şimdi,
gevşeterek sorgusunu.

Fazla konuşmadan büyüdüm,
soğuk bir yağmur ve çanlarla sarmalanmış
bir uzaklıktan düştüm buraya:
dünyanın saf ölümüne borçluyum
ateşimin filizlenmesini.

Pablo Neruda (1904-1973, Şili)
ahmet çanta