30 Nisan 2010 Cuma

AYRILIK









Sensiz olmayı hiç düşünmedim.
Sensiz olmayı düşünseydim.
Çoktan ölmüştüm ben bu yarayla.
İflah olmaz bu derdi senden aldım
Seni bulmak için beynimin kıvrımlarında
Zindan zindan hüçre hüçre aradım.
Sende buldum bütün değerlerimi
Sende kaybetim bütün düşlerimi.
Olsun be gülüm bu verdiğin son acı
Dudaklarımda yarım kalan şarkı
Ben yine onu mırıldanmaya devam edecem
Sende kaybettiğim benliğimi
Yine aynı noktada bulacam.
Gül kırmızı dudaklarından şarap tadında öpecem.
Güle güle diyecem sana yine aynı noktada
Bir buğday tanesi mahvolmaz
Yeni bir başak içinde hayat bulur.
Devam eder yine kaldığı yerden yola..

ŞİİR AHMET ÇANTA. 4.30. 2010..CUMA

29 Nisan 2010 Perşembe

Kapılar









Bütün kapılar hızla kapanıyor yüzüme.
İçimde sevgi denizi çoktan kabarmıştı.
Kücük bir eleştirde herkes birden haklı oluyor.
Sen derdini kimselere söyleyemiyorsun.
Sen susunca vahşi havanlar gibi saldırıyorlar
Nasıl mutlu olacağız içimiz kan ağlerken.
Nasıl düşleyeceğiz geleceği sevdiklerimizle.
Sevdiklerimiz arkamızdan hancerlereken.
Nasıl güldüre bilir sevdiklerimiz biz ağlarken.



ŞİİR..AHMET ÇANTA...4.30.2010..CUMA.

NİHİLİZİम ÜZERİने









Bunlar beni hiç ilgilendirmiyor… Nihilist değilim… Öyle olduğum söylenebilir, ama bunun bir anlamı yok… Benim için boş bir formül bu… Basitleştirirsek, hiçlik ya da daha ziyade boşluk saplantım olduğu söylenebilir… Buna evet… Ama nihilist olduğum söylenemez… Çünkü alışılmış anlamıyla nihilist, az ya da çok siyasi art düşüncelerle ya da kim bilir hangi nedenlerle, her şeyi yere deviren bir tiptir… Ama ben hiç de öyle değilim… Öyleyse benim metafizik anlamda nihilist olduğum söylenebilirdi… Ama bu bile hiçbir şeyi içermiyor… Kuşkucu terimini daha kolay kabulleniyorum her ne kadar sahte bir kuşkucu olsamda… Şöyle diyeyim : Hiçbir şeye inanmıyorum… Bir adım geri durduğumuzda, ormanı seyretmek için ağaçları bir kenara ittiğimizde, ağaçların değersizliğiyle karşı karşıya kalırız… Daha fazla geri geldiğimizde, ormanı tamamen önemsiz buluveririz… Aynısı bu ülke, yeryüzü, güneş sistemi ve galaksi içinde geçerlidir… Bu evren o denli geniştir ki, biz bir kum taneciğinden daha ufak kalırız… En büyük problemlerimiz bizle birlikte hiçliğe karışır… Biz basitçe, Tanrıların oyuncaklarıyız, yine de Tanrılar oyunlarına bizi layık görmüyorlar bile… “İnsan asla bir cevap bulamadı ve bulamayacaktır da…” “Yaşam sahip olduklarımızın tümüdür ama yine de o hiçtir…” Gereksiz yere acı çekmeyelim… Kesin başarısızlıklar bazen yararlıdır… Onu karşılayın, sonra, hatta onu kutlayın… Yalnızlığımız güçlenecek ve pekişecektir… Kaçış tünellerimizden birkaçını kapatın sonunda kendi başınıza kalırsınız, şu an bir yaşama sahip olma beyhudeliği olan sınırlarımızı ve görevlerimizi sorgulamak için daha iyi bir yerdeyiz… Tanrı’nın ölümü, hepimizi kandıran bir parıltıdır… Bizi terkedilmişlik içinde yüzdürür, Thales kadar eskiye ait sorular sormaya zorlar ve anlaşılamayan bir cehennem çukuru önünde başı dönen biri haline getirir… Bu sürgünlük teolojisine duyarsız kalırsak, hemen günlük rutinlerin sıkıntılarıyla yüz yüze geliriz… Kimim ben?… Gerçekten ben’im hangisi?… Uzun zamandır oldum olası bu dünyanın bana lazım olmadığının bilincindeyim, ne yapacağımı bilemiyorum… Boş bir manevi gurura kapılmanın ve artık varoluşumun bana bozulmuş ve çürümüş bir ilahi gibi görünmesinin nedeni sadece ve sadece budur!… Her birimiz, yalnızlığa karşı işlenen günah, yani insanlarla alışveriş tarafından yozlaştırılmaya yazgılı bir saflık dozuyla doğarız… Zira her birimiz, kendimize hasredilmiş olmamak için elimizden geleni yaparız… Bu durum mukadderatı değil düşmüşlük eğilimini andırır… Ellerimizi temiz ve kalplerimizi bozulmamış bir halde muhafaza etmekten acizdir; yabancıların terleriyle temas ederek kendimizi kirletiriz; tiksintiye aç ve baya hayran bir halde, toplu çirkefin içine gırtlağımıza kadar gömülürüz… Kutsal suyla dolu Ummanları düşlediğimizde, artık oraya dalmak için çok geç kalmışızdır… İliğimize, kemiğimize kadar kokuşmuş olmamız, o ummana dalıp boğulmamızı engeller… Dünya yalnızlığımızı bozmuştur… Ötekilerin üzerimizde bıraktığı izler silinmez bir hale gelir… Bu dünyada hiçbir şey kendi yerini bulmuş değildir, başta bizzat dünya olmak üzere… Öyleyse insan adaletsizliğini seyrederken hiç şaşırmamak gerekir… Toplumun düzenini reddetmek de kabul etmek de aynı şekilde abestir… Onun iyi ve kötü yönde değişimlerine, ümitsiz bir tutuculukla maruz kalmaya mecburuz; tıpkı doğuma, aşka, iklime ve ölüme maruz kaldığımız gibi… Hayat yasalarının başında çürüme gelir : Kendi kalıntılarımıza, cansız nesnelerin kendi kalıntılarına olduklarından daha yakınızdır… Onlardan önce pes ederiz ve yok edilmez gibi görünen yıldızların bakışları altında kaderimize doğru koşarız… Ama bizzat yıldızlar da, sadece yüreğimizin ciddiye aldığı, sonra da istihza noksanlığının kefaretini büyük acılarla ödediği bir evrenin içinde ufalanırlar… Her şey mümkündür yine de hiçbir şey mümkün değildir… Her şey mubahtır ama aynı zaman da hiçbir şey mubah değildir… Hangi taraftan gidersek gidelim o yol diğerlerinden daha iyi değildir… Bir şeyi başarsan da, başarmasan da, inancın olsa da, olmasa da, ağlasan da, sessiz kalsan da hepsi aynı kapıya çıkar… Her şey için bir açıklama var, yine de hiçbir şeyin bir açıklaması yok… Her şey hem gerçek, hem gerçek dışı, hem normal, hem de saçma, hem görkemli, hem sönük… Herhangi bir şeyden daha değerli başka bir şey yok, herhangi bir fikirden daha iyi başka bir fikir yok… Birinin üzüntüsüyle üzülmek, neşesiyle sevinmekte ne?… Mutsuzluğunu sev ve mutluluğundan iğren… Her şeyi birbirine karıştır… Tüm kazanımlar birer kayıp, tüm kayıplar birer kazanımdır… Neden sürekli kararlı bir tutum, anlaşılır fikirler ve anlamlı sözcükler beklenir ki?… Ben yerin yerin yüzeyinde sürünen milyonlarca insandan biriyim… Biri, başkası yok… Bu sıradanlık herhangi bir sonucu, herhangi bir davranışı ya da hareketi haklı çıkarır… Sefahat, iffet, intihar, iş, suç, tembellik ya da isyan… Bu yüzden her insan yaptığında haklı demektir… Arzu ettiğim her şeyi yapabilirim ve bu bir fark yaratmaz… Herhangi bir düşünce, akla esen herhangi bir heves uygulanabilir ya da uygulanamaz… Düşüncenin gerçekleşip, gerçekleşmemesi bile önemli değildir… Günün sonunda hiçbir şey olmamış gibi olacak… Cinayet işlesem de, hayatlar kurtarsam da hiç önemli değil, çünkü bütün hayatlar benim ki kadar önemsiz… Bu sayfada ki düşüncelerim sadece çiziktirmeler ve onların arkasında ki düşünceler, bomboş… Benim kadar önemsiz olan bir şeye nasıl anlam yükleyebilirim ki?… Kendime sayısız ilah uydurdum, her tarafta bir sürü sunak diktim ve bir Tanrı kalabalığı önünde diz çöktüm… Şimdi tapmaktan bezdim, payıma düşen sayıklama dozunu har vurup, harman savurdum… Nereden geldiğimi artık söyleyemem… Tapınaklarda inançsızım, sitelerde coşkusuzum, hem cinslerimin yanında meraksızım, yeryüzünde kesinliğim yok… Bana belirgin bir arzu verin ve dünyayı alt üst edeyim… Her sabah bana bir diriliş komedisini ve her akşam mezara giriş komedisini oynatan, ikisi arasında da can sıkıntısı kefeninin azabından başka hiçbir şey yaratmayan o fiiliyat utancından kurtarın beni… İstemeyi düşlüyorum ve her istediğim bana paha biçilmez geliyor… Melankoli tarafından kemirilen bir Vandal gibi, bensiz ben, hedefsiz yol alıyorum bilmem hangi köşeye doğru… Terk edilmiş bir Tanrı, kendisi de tanrıtanımaz olan bir tanrı keşfetmek ve onun son şüphelerinin ve son mucizelerinin gölgesinde uykuya dalmak için… Hiçbir aklın hiçbir eleştirisi insanı dogmatik uykusundan uyandırmayacaktır… Hiçbir şey değilim, bu açık ama yıllarca bir şey olmak istedim… Bu arzuyu bastıramadım… Bu arzu var olduğu için var… O bunaltıyor beni ve egemenliği altına alıyor… Onu reddetmeme karşın onu geçmişe havale etmekte boşuna… O direniyor ve hırpalıyor… O hiçbir zaman doyurulmadan öylece dokunulmamış kaldı, buyruklarıma uymak istemiyor… Arzum ile ben arasında donup kalmış bir durumda, ne yapabilirim?… Şüpheyi yerkürenin derinliklerine kadar ekmek isterdim; onun maddeye nüfuz etmesini sağlamak, zihnin hiç girmediği yerde onun hükümranlığını kurmak ve varlıkların iliğine ulaşmadan önce de taşların huzurunu sarsmak, oraya güvensizliği ve yürek kusurlarını sokmak… Mimar olsam, Yıkım’a bir tapınak inşa ederdim… Vaiz olsam, duanın gülünçlüğünü açığa vururdum… Kral olsam, başkaldırının amblemini dikerdim… İnsanlar gizliden gizliye birbirlerinden tiksinmeye heves ettiklerine göre, her tarafta kendine sadakatsizliği tahrik ederdim, masumiyeti hayrete düşürürdüm, kendine ihanet edenleri çoğaltırdım, kesinliklerin çürüme yerinde çoğunluğun kokuşup gitmesine engel olurdum…



AHMET ÇANTA

15 Nisan 2010 Perşembe







Bir ilk bahar akşamı sessizce dalıyorum geceye.
Soğuk yıldızlarınn altında yapa yalnız üşüyorum.
Yapraklarım bir ipek meldil gibi tiril tiril titriyorum.
Ben bir zeytin ağacığım ege dağlarında.

Nice aşklara tanıklık ettim kanatlarımın altında.
Nice ressamlara nici şairlere ilham verdim.
Görkemli sevgi ve aşklara en mahrem duyguları gizledim.
Ben bir kayın ağacığım toros dağlarında..

Şimdi ilk bahar birer birer yapraklarım yeşerirken yıldızlar altıda.
İlk bahar rüzgarlarının akardiyon gibi çaldığı kanatlarımda.
Baharı bekler gibi şimdi soğuk yıldızlar altınta seni bekliyorum.
Ben bir ceviz ağacığım anadolunun bozkırlarıda.

ŞİİR AHMETT CANTA 15..4..2010

14 Nisan 2010 Çarşamba

Karanlıक.










Karanlık dünyamın en derin noktasına.
Sessizce inip gelmelisin.
Soğuk ve kimsesiz gecelerde
Tek başına yıldızlar altında.
Bütün gezegenlerin en gizemlisinde
Seninle bütün boşlukları doldurmak.
Senin olmadığın heryer ölüm
Ne kendime nede başkalarına yer var.
Şimdi bir o yıldız birde sen.
Ölüm kadar tarifsiz bilinç.
Ne de kendi kadar boştu ölüm.
Artık kendini ifade edemez hale gelmişti.
Benliğim.
Sadece hayatı karşılıksız sevmiştim ve ezilmişti
Şimdi boş sokaklar gibi yitirdiğimi arıyorum.
Birde kendimi
Bir de sozluğa kadar sevgiden mahrum edilmiş
Bedenimi!


ŞİİR AHMET ÇANTA..14.4..2010.

11 Nisan 2010 Pazar

9 Nisan 2010 Cuma









SÖYLENEMEYEN DUYGULAR.
Hep kenarda kaldı söyleyemedim duygularımı.
Kaybetmeden taşıya bilmekti çocukluğumu..
Yetişemedim son trenlerin istasyonlardan kalkışına.
Çocuksu taşımış olduğum untanganç duygularla
En yakın seydiklerime bile duyuramadım sesini
Çünkü sen sustun konuşmadın konuşamadın
Bir kardelen çiceği bir dağa ağır gelirmiydi.
Bana ağır gelmişti söyleyemediğim duygular.
Sende başkaldırmanın yüceliği vardı
Susmayan bir fırtına gibi gelmeliydin o limana
Hırcın denizleri aşıp sezsizce uzunmalıydın düşlerime.
Korkularımı yenmeliydim şavaşı kazanmak için.
Belki bıraktığım düşlerimi bulamayacaktım.
Ama tesellisi olan bir düş kalacakti gözlerimde
Biliyorum mutluluğun öncüsüdür umut edilen düş
Karanlığımı aydınlatacaksa mum alevi.
Ben acı veren düşlerimi mutluluk diye beklerim.

ŞİİR...AHMET CANTA...10.4.2010

8 Nisan 2010 Perşembe



ŞU YAŞAM NEDİR


şu yaşama sevinci nedir ki?'insanlar doğar yaşar ve ölür... bu sözü herkes bilir peki kaç insan bu yaşamını severek isteyerek yaşar. nedir bu yaşam sevinci neden ileri gelir? insanların hayata bakış açıları şüphesiz ki yaşam sevinçlerinin varlığını yokluğunu ya da varsa sebeplerini belirleyen en büyük faktördür. ama nedir bu bakış açıları. mesela bazıları hayatta sevdiği insanlar varoldukça yaşam sevincini taze tutar ve severek bir hayat yaşar mesela ben öyleyim bu dünyada insanlığımı kaybetmeden insanlık alemine bir katkım oluyorsa bunu hissede biliyorsam onun için yaşıyorum bunların başında da hayat anlamım olan sen sevgi aşkı yüreğimde hissetmek sevdiklerim hayatımdan çikınca belki günün birinde ben yine yaşarken yaşama sevincimi kaybedecem bazılarının yaşam sevincini ise para belirler onları da suçlayamayız hayata bakış açıları budur. düşünsene yaşadığın gerçeği seni mutlu ediyorsa en şanslı insan sensindir. çünkü mutlu olmak için efor sarfetmene gerek kalmaz.yaşam sevinci de o deil midir zaten? yani insan yaşadığından zevk alıyorsa yaşam sevinci vardır. vardır da niye vardır işte soru burda? sence insan neden sever yaşamayı? ya da kısacası sen neden seversin? başkalarının yaşam sevinçleri hakkında tabi ki yorum yapamayız...
işte iyiyi kötüyü anlamak için insanların gercek davranış ve düşüncelerine bakınca hemen anlarsın ve bu bile yeterlidir gercekten şunu tüm kalbimle söyleye bilirm ki en iyi oyuncuda olsa gönlünde sakladığı güzellikleri veya olumsuzlukları çirkinlikleri saklayamaz!!!hani seyrettin mi bilmem aşkın gücü adlı filminde dile getirilen cennette bir gün dünyada bir ömür cümlesinin dogruluğunu yüreğimizle oynarlar acıdığımz insanların hayat hikayelerini yaşamlarını başka bir açidan yaklaşırız zamanın göreceli akışı içinde yaşanan acı tatlı tüm deneyimleri ruhumuzu olgunlaştırmak ve özümüze kavuşmak için kendimizi şecmiş olduğumuzun gerceğini kavrarız..işte acımanın yerine sevgiyi koyarsak bilmediğiniz yönlerimzde acığa ve aydınlığa çıkar yavaş yavaş. başkalarına acırken aslında kendimize acıdığımız başkalarını severken ki bu kısıtlanmış ve severek ki bu kısıtlanmış bir sınırlı sevgidir aslında kendimizi sevmediğimiz gerceği çarpar yüzümüze.yani kabuklarımz düşer birer birer icinme noktalarımz açığa çıkar korkularımız karşımıza dikilir şuçluluk duygularımz hortlar sanki pişmanlıklarımz debreşir.. ben zaten sevgiyi soyut yaşayanlardanım hani bir düşünsene acıların kendini aşıp gitmesi deniz maviliğin-de anlıyorum ki bu düşünce evrimi hiçbir zaman pes etmeyecek. soyutluk o kadar yüceliyor ki.insanlık ne kadar baya kalıyor yanında.düşünürüm-de sağır olan beethoven gerçeğidir ufak yaşta bir okyanus olması anki kusur devleştiriyor insanı efsaneleştiriyor bütün çağlarda eksiklik ve eksikliğe karşı inanılmaz direnç bir tırnak bile yeter suyun üzerini çizmeye oysa tesadüf değil beethoven?ın sağır olması suyunsa bu kadar kırılgan ve nazik ve yalnızlığın en kalabalık şiiri gibidr benim çok güzel insanlığımı ve umudumu kaybetmeden soyut sevgim herkesi kıskandırırcasına olmalıdr soyutluk yücedir somut olmak aleni ölümsüzlük gereksiz söz konusu bedense
üzüntü en asil duygudur derim ki mutluluksa soyuttan alıyorsa değerini ölümsüzdür bu kadar hafife almayalım demi kelimeleri düşünemeyeceğiniz kadar karmaşık tanrısal günlük yaşantıları süpür gitsin boş ver vereceği zarar en fazla kaldırdığı toz parcaçığı kadardır derim .davinci mesela ölümsüzlüğü anlamak zor der ve soyut olmanın ölümsüzlüğünü kavrayabilmek aradaki köprü işte düşünceler düşünceler işte ölümsüzlüğe açılan kapı gibidir

AHMET ÇANTA

5 Nisan 2010 Pazartesi







SEVDA.
Bir başkadır sevda umutsuzluğu içine düşmek.
Yarali bir güvercin gibi özgürlüye kanat çırpmak
Acılarını unutarak zafer şarkıları söylemek
Yarılı bir ceylan gibi bir kere kopmuştu ihtilallerin
Adını kazımıştım şiirlerimin tutsaklığına.
Son bir kez daha öpeceğim o yüreğimde ki çoçcuğu
Biliyorum ihtirazların olmadığı bir kavkada vuruşarak düşmek
Geç kalmışlığın acısı içinde hüznüyle dolarken gözlerim.
Hasretinden çoraklaşmış topraklarında kavrulurken.
Babilin asma bagcelerin de geçmişi düşlerken.
Bir butlut hüznüyle bir kaç damla düşe bilmek yüreğne.
Kavgada yenilmişliğimin acısı değil düşlerimin erken düşmesi.

ŞİİR AHMET ÇANTA.3.5.2009









ACI.
Tek başıma karanlık yerlerde.
Ağlamak istiyorum yağmurlar gibi.
Söndürülmeyen bir volkan ateşiyle.
Küllerimin savrulması batı rüzgarlarıyla.
Neden düştü parıldayan yıldızlar.
Barbar zalimlerin ellerine? Uyan.
Şehybedrettin dinlesin gizemliliği
Karanlığın sonsuz yorgunluğunda.
Sen akıt düşlerini damarlarıma.
Artık dinlemiyorum acılarımı.
Haydutların hancerleri.
Uykuda saplandıkca.
Ben seninle ülkenden ülkeye.
Yolculuk ediyorum bağıra bağıra
Nasıl-da vurdu hancer yığınları
Senin özgür vatanına.
Gözlerin hareketsizce.
Hissediyorum şimdi seni.
Ülkemin yeraltı köklerine.
Irmak ırmak aktığını.
Senin köklerinden yaradıldı.
Bu toprak bu su.bu orman.
Dayanır bu yürek bu acıya.
Zalimlerin bayrakları altında olsada.
Yaymak kendimi sonsuzluğa.
Bu kara yazgımı yırtmak istiyorum
Seninle gök yüzüne çıkmak.
Acımi emzirmek göz bebeklerine.

ŞİİR AHMET ÇANTA. 5.4.2010









ÖZGÜRLÜK MARŞI
Karanlığın içinde bir bakır parcası yüreğin aydınlatan.
Biz spartaküst fedailerinin miferlerini kuşandakda geldik gülüm.
Şehy bedrettinin bilgeliğiyle donandık da aldık bu kavgayı.
Bu karşılıksız feda edilen yüreği yenebileceğinizi mi sanıyorsunuz.
Ey zalimler barbarlar!
Cellatlar bir canı değil bin canı da alsalar mezar taşları bile olmaz.
Ama yağmur gözlüm umut ölmez toprağa düşen gül solmaz..
Anka kuşu gibi kendi küllerimizden yeniden doğa bilmek için yanmadıkca.
Her birimiz birer pirsultan che olmayı düşlemedikce..
Zincirlerimizle kafeslerde yaşamaktan kurtulamayacağız
Düşler umudun aynasıdır!
Karanlık ve hüzün kokan düşlerim yok artık şimdi.
Olanca gücümle. özgürlüğün ateşiyle. mavi gökyüzüne uçmak.
Böyle sevdalarda olmasa şairlerin yüreği nasıl coşarda ağlardı.
Baharı getiren kardelen çiceğim!sen olmasan bahar gelirmiydi?

ŞİİR AHMET ÇANTA. 7.4.2010

4 Nisan 2010 Pazar

DÜŞLER İNSAN HAYATININ VAZ GECİLMEZ UNSURU





Sevmek mi, Sevilmek mi? Bir rüya mi görülenler?
Genç kız nihayet uyanmıştı. Tüm gece boyunca uyumuştu. Gözlerini ovuşturdu. Elbiselerini düzeltti. Şaşkındı.

Neredeyim ben? Siz kimsiniz?
Demek dün gece neler olduğunu hatırlamıyorsun?

Çok içtiğimi hatırlıyorum o kadar...

Evet,ben kapıyı sana açtığımda çok sarhoştun gerçekten. Kapıyı açar açmaz bana ilk söylediğin söz suydu:

Ben Tanrı'nın hediyesiyim" Genç kız bu söz karşısında utancını gizleyemiyordu. Bir şeyler söylemek istiyor ama nereden başlayacağını da bilemiyordu. Şaşkınlığını biraz olsun gizlemek için düşüncelere dalmıştı

Peki ya sonra ? dedi.

İşin doğrusu ben Tanrı'dan böyle bir hediye beklemiyordum. Şaşırdım bir an. Gerçeği arayan birisine senin gibi bir serabın gönderilmesi doğal gelmedi bana. Ben bunları düşünürken sen de şu anda yattığın yerde sızıp kaldın zaten.

dün geceden beri yerde mi yatıyordum? Diye sordu şaşkınlıkla elif.

Evet, düşüp sızdığın yerden kaldırmadım. Biliyorsun seraba dokunulmaz. Bütün gece Tanrı'nın seni almasını bekledim. Ama görüyorsun ki hala gelmedi. Sahi söyler misin sen hangi Tanrı'nın hediyesisin böyle?

elif sitem dolu bir utangaçlıkla:

Lütfen benimle alay etmeyin, dedi.

Alay etmiyorum. Sadece seni anlamaya çalışıyorum. İstersen önce sana bir kahve yapayım da kendine gel. Ahmet kahveleri getirdiğinde elif biraz olsun kendine gelmişti. Üzerindeki yabancılığı atmaya, doğal olmaya çalışıyordu.

Benim adim elif . İki sokak ilerideki sitelerde oturuyorum. Dün gece için özür dilerim. Arkadaşlarla yasadığım bir çılgınlıktı o kadar. Çok utanıyorum ki konuşamıyorum.

Ben de ahmet . Bu evde tek başıma yaşıyorum. (Bir an duraksadı ahmet . Senin hakkında ne düşündüğümü merak ediyorsun değil mi?

Biraz öyle...

Hiç... Hiçbir şey düşünmedim.

Neden?
Reflü yakınması olan hastalarda bir çok kez gastrit ve/veya ülser de olabilir. Böyle bir durumda mide ağrısının kökenini tanımlamak için mutlaka gastroskopi yapılmalıdır
Özel olarak hiçbir insan üzerinde düşünmem pek.

Gecenin yarısında kapını çalıp evinde yatan bir kız hakkında bile mi?

Evet...

Çok garip bir insansın.
ahmet sustu... ve sonra

Söylesene maskeli bir baloda insanların gerçek yüzlerini tanımak mümkün müdür sence?

Tabii ki değil.

İşte şu toplumda gördüğün bir çok insan ve sen... Hepiniz maskelerinizle yaşıyorsunuz. Su toplum maskeli bir balodan farksızdır bence. Hem de zamana, kişilere ve olaylara göre her an değişen maskelerin kullanıldığı bir balo... Bu yüzden pek anlamlı gelmiyor bana insanlar üzerinde düşünmek.

elif kısık bir sesle konuştu Kendini soyutluyorsun insanlardan

Öyle de denebilir. Zaten toplum ferdin en büyük düşmanıdır bence. Bu yüzden insanlardan hiçbir şey almamayı yeğliyorum. Buna rağmen her şeyimi vermeye de hazırım onlara.

İnsanların sevgisini de reddeder misin, örneğin dedi elif.

En başta onu. Bugünün sahte sevgileri bir insanin kalbini yaralamak için seçilen en tehlikeli yoldur.
Ama insan hiç sevilmeden yasayamaz ki...

Bunda yanılıyorsun. İnsan sanıldığının aksine sevilerek değil severek yaşar. İnsan sevilmek ihtiyacında olan zayıf bir varlık değildir. Kısacası sorun bence sevilmek değil sevmektir.

Sevdiğin halde sevilmiyorsan?

Sevilmek senin sorunun değil onun sorunu. Bence sevmek bir insanı kendi içinde hissetmendir. Sevilmek ise kendini bir insanin içinde hissetmen. Anlayabiliyor musun? Sevmek seni zenginleştirir, sevilmek değil. Bunu evreni kapsayacak şekilde de düşünebilirsin.

Nasıl yani?

Evrensel anlamda sevmek kainatı kendinde seyretmek, sevilmek ise kendini kainatta seyretmektir. Elifin kafası karışmıştı. Hiç bu kadar derinlemesine düşünmemişti sevgi üzerine.

Bunu fark eden ahmet

Bunları bir anda anlamak sana güç gelebilir. Ama biraz düşünürsen umarım anlayabilirsin. Şunu unutma ki insanlık bugün ikinci tas devrini yaşıyor. Birinci taş devrinde insanlar yumuşacıktı. Sevgi sayesinde her şey yumuşacıktı. Sadece evleri ve aletleri taştandı. Simdi ise her şeyimiz yumuşacık, yüreklerimiz taş gibi. Hatta taştan da katı. Çünkü öyle taslar vardır, üzerlerinde otlar yetişir ve öyleleri de vardır ki...ahmet in gözleri nemlendi bunları söylerken. Yılların acılarını, ihanetlerini, buruklukların, kelimelere döküyordu aslında. Ağlamaklı bir hale dönüşüyordu sesi kesik kesik...

Uzun bir sessizlik oldu. Bütün bir hayat şeridi geçti elifin gözleri önünden. Eğer ahmet 'in anlattıkları doğruysa sevgi hiç olmamıştı hayatında. Bir anda gözleri duvarda bir çerçevede olan mısralara takıldı:

Donuk sevgiler çağındayız Sıcak sevgiler cehennemde yanıyor Sevgi... Yaşanmayacak kadar güzel, Fark edilmeyecek kadar sade, Duyulmayacak kadar doğaldır

ahmet duvarda ağlayan bir çocuk portresi gösterdi elife…

Biliyor musun bir çocuğa verilecek en değerli besin şefkattir. Ve de cesaret. Bunlar öyle hassas bir dengeye sahiptir ki, denge bozuldu mu işte şu insanları görürsün karşında... Şefkat ve cesaret kurbanları... Kimileri aşırı şefkatin yanında cesaretsiz büyütülürler. Bu insanlar küçücük bir dünya kurmak isterler kendilerine. Güçsüzdür bu insanlar, kolayca kırılırlar. Dünya çok acımasızdır öylelerine göre... Kendilerini sevecek birilerini ararlar hep. O kadar yoğunlaşırlar ki bazen şiddetli bir arzuyla birine doğru akmak isterler. Cesurca sevemezler. Cesareti öğrenememiştir bu insanlar. Öte yandan da cesur insanlar... Dünyayı bile devirebilirler. Ama basit bir sevgi oyunuyla kolayca yıkılıverirler. Dünyayı titretecek cesareti taşıyan bu insanlar kalplerine dokunan bir parmakla diz üstü çöküverirler yere. Ve su sözleri duyar gibi olursun onlardan: Dağ düştü üstümüze Yıkılmadık ama İnsan değdi tenimize Acısı yıktı bizi...! Cesaret onları o kadar sertleştirmiştir ki sevdikleri insanı kolları ile kalpleri arasında neredeyse öldürür.

ahmet sustu birden. Elif bir şeylerin olduğunu hissetmişti. Çözmek istiyordu.

Niye sustun?

Bana ne şefkati öğrettiler nede cesareti.

Ama tüm bunları biliyorsun sen

Nasıl olduğunu merak ediyorsun değil mi, anlatayım. Bir an durdu sonra ahmet analatmaya başladı.

İnsanların nefretinden sevgiyi, ihanetlerinden sadakati, korkaklıklarından cesareti öğrendim.

İnsanlar bu kadar acımasız mi? Gerçekten seven insanlar yok mu hiç?

Bırak insanların sevgilerini gülmeleri bile doğal değil onların. Seni senin için değil kendileri için severler. O kadar iyi o kadar güzel ve o kadar haince severler ki hayran olmamak elde değil biliyor musun? Sevgi ve ihaneti sanatsal bir uyarlamayla o kadar güzel sahneye koyarlar ki son sahnede öleceğini bile bile seyredersin oyunu. Mükemmel bir katildir onlar. Seve seve öldürürler seni. Dudaklarından sevgi sözcükleri yükselir. Yapacağın tek şey gözlerini kapatıp sevgi atmosferi içinde sevgi sözcüklerinin sağanak yağmuru altında ölümü beklemendir. Anlıyor musun elif.

Sen sevilmekten korkuyorsun ahmet?

Belki...

Neden? - Neden mi? Ben her insani kalbime misafir edebilirim, sevebilirim yani. Kalbimden eminim çünkü. Sevdiğim insani rahatsız edecek hiçbir şey yok kalbimde. Ama kimsenin kalbine girmek istemem. Çünkü bilmiyorum nelerle karsılaşacağımı. Bilmiyorum hangi tuzaklar bekliyor beni. Ve bilmiyorum o insan bunlardan haberdar mı?

Fikirlerimi alt üst ettin. Her şey karıştı. Sevmek sevilmek, nefret sevgi... Hatta şu ana kadar gerçekten yaşayıp yaşamadığımı düşünüyorum diye mırıldan dı elif ahmet in bu sözleri karşısında beyninde depremler oluştu bir an?

Aslında sana anlattığım her şeyi kendinde bulabilirsin.

Nasıl yani?

Kendini tanıyarak... Yalnız kaldığın anlarda...

elif düşünceli bir biçimde cvpladı Yalnızlıktan kaçmışımdır hep...

Yalnızlıktan kaçmak kendinden kaçmaktır. Bir düşünsene, doğarken de yalnızsın, ölürken de. O halde yasarken yalnızlıktan kaçmak anlamsız değil mi?

Yalnızlıkta insan ne bulabilir ki sıkıntı ve boşluktan başka?

İnsanların nefretinden sevgiyi, ihanetlerinden sadakati, korkaklıklarından cesareti öğrendim.

Anlamadım!

Dünyada bir tek kişi vardın aslında. O bir tek kişinin içinde beş milyar insan.

Benliğim bu kadar kalabalık mi?

Evet. Benliğin tüm varlığın merkezidir. Tüm acılar ve sevinçler yüreğinde gizlidir senin. Ölenleri yüreğine gömdüğün gibi doğacak çocuğun kalbi de senin içinde atar. Hem acıyı hem sevinci yaşarsın iç içe, yan yana... Hatta o kadar acı çekersin ki acı, acı olmaktan çıkar dedi ahmet o kadar derinleşmişti cümleler bir şairin cümleleri gibi şiirsi tadında akıyordu anlatıkca san ki gözlerinden yaşlar süzülürcesine yüreğine damlıyordu sanki yüreği o kadar acı çekmişti ki damlalar halinde akan göz yaşları acılarını hafifletir gibiydi.sesi kesik kesik çıkmaya başlamıştı.

Sözlerin çok karışık de di elif.

Belki haklısın bu konuda. Bazı insanlar başlı başına paradokstur. Düşünceleri de öyle. İnsanlar paradoksal düşünmeye alışık değiller. Bu yüzden anlaşılmıyoruz. Zaman bir hayli ilerlemişti. Elif izin istedi. Zihni o kadar dağılmıştı ki hiçbir şey söylemeden çıktı evden. Bütün gece boyunca ahmet in sözleri ile uğraştı elif . Bazen onu anladığını düşünüyor, bazen saçmaladığına karar veriyordu. Her şeye rağmen hayranlık duyuyordu ona. Ara sıra arkadaşlarına anlatmak istiyordu onu. Ama kimsenin anlamayacağından emindi. Günler geçiyor, yüreğinde ahmet'e, karşı konulmaz bir sevgi taşıdığını hissediyordu elif Her geçen gün biraz daha büyüyordu sevgisi. Aylar geçmiş ama bir türlü ona gitmeye karar verememişti. Çekiniyordu. İnsanlardan bu kadar uzak biri onun gibi deli dolu bir kızı ciddiye alır miydi? "Hiç kimse sevgiyle dirilmeyecek kadar ölmüş değildir hiçbir zaman". Evet, bu söz de onun değil miydi? Nihayet karar verdi elif Gitmeli ve ona sevdiğini söylemeliydi.

elif ahmet 'in evine gittiğinde büyük bir şaşkınlık geçirdi. Evde kimse yoktu, taşınmıştı... Evin sahibi yaklaştı elife

Kızım, adinizi öğrenebilir miyim?

Adım elif , ahmet Bey taşındı mi?

Evet kızım, taşındı. Ve kimseye söylemedi nereye gittiğini, bana bile. Bir mektup bıraktı beni sormaya gelen olursa . verirsin dedi. Elif mektubu aldı. Tereddütlü adımlarla evine gitti. Yıkılmıştı. Derin bir boşluk hissetti yüreğinde. Birden ümitle doldu yüreği. Belki de onu yanına çağırıyordu.

Sabırsızlıkla mektubu açtı. Ahmet derin bir sevgi duymuştu elife ona bu sevgisini yüzüne karşı söyleyememişti içinde bir burukluk vardı mektubunu yazarken cesaretini toparlayıp sevgi sözleri geldi aklına duygu yoğunlaştıkca ahmet savruldu son bahar yaprakları gibi birer birer duyguları düşmeye başlamıştı Ey sevgili Seni sevip sevmediğimi söylemeyeceğim. Ama sevgiyi öğretebildim sana sanırım (ne kadar öğretilebiliyorsa). Dilerim kalbine kalbimden verdiğim şey yüreğinde yeşerip meyve verir. Böylece ne sen bende kaybolacaksın, ne de ben sende. Sen beni kendinde, ben seni kendimde bulmuş olacağım. O zaman hiç ayrılmayacağız.

Sakin sevgimle seni tuzağa düşürdüğümü sanma. Sevgi hayatin hem çekirdeği hem de meyvesidir. Bir ağaç, meyvesiyle seni kendine çağırıyorsa bu bir aldatma sayılmaz. Unutma ki Ağaç meyvesine çağırır, kendisine değil.

Ey sevgili, Sen bir sığınak arıyorsun ama ben durulmaz bir fırtınayım. Sen kendinin sakini olmak istiyorsun ama ben evrenin sakini olmak istiyorum. Sen olmayacak bir barışı arıyorsun. Bense tüm kötülüklerle savaşmak istiyorum. Sen küçücük bir çocuksun. Ama ben küçükken çok büyüdüm. Sen dünyadan kopup yıldızlara sığınmak istiyorsun. Bense kendimi yeryüzüne karşı sorumlu tutuyorum. Sen bir ağacın gölgesine sığınıp yaşamak istiyorsun. Bense ülkemi arıyorum. Yolları aydınlık, insanları ümitli ve huzur dolu olan bir ülke. Sen bende kaybolmak istiyorsun ama ben seni kaybetmek istemiyorum. Sen susuyorsun, bense haykırıyorum.

Sakin unutma:

Kalbim paylaşılamayacak kadar senindir. Seninle bile. (Ama bilmiyorum sen bu kadar bende misin?)


AHMET CANTA.

3 Nisan 2010 Cumartesi

BİR BAHAR SABAHI.


Bir bahar sabahı avuclarıma düşen çiydamlası.
Sensizliğin hüznü ve özlemi içinde yüreğim.
Ben böyle gecelerde yıldızları seyrederken.
Denizin dibine düşen her yakamoz sen
Gözlerime vuran her ayışığı tarifsiz düşlerim
Seni sonsuz ve gök kuşağının yedi renginde
Düşlerimin salıncağında
Bak yine yalnız değilim seninleyim.
En umutsuz düşlerimi bile kurşuna dizerken.
Tarifi bile zordun ölümsüz aşkların
Düşman kalbine hançer saplaması gibi.
Yeniden yeninden doğarsın.
Karanlık bir ömrün beklentilerini yırtar atarsın
Dokunaklı en tılsımli şiirlerini yazarsın
En derininden en cesurundan seversin
Hayatı ve yaşamı sevdiğin gibi.
Güneşin ve yagmurun bitkilere can verdiyi gibi
Damla damla birikerek sevdalar
Bir nehir gibi insanlığın denizine varması.
Biliriz ki mutluluk insanın kendi elerinde
Emek harcaya harcaya kazanılır
Uğurla kendini özgürlüğün savaş medanlarına
Son nefesine kadar yıldızları-da alda gel..

ŞİİR AHMET CANTA.4.3.2010

ÇİNGENELER YERYÜZÜNÜN LANETLİ İNSANLARI.


Çingeneler, tarihleri boyunca her ülkede azınlık olarak yaşadı, ezilen toplumların bile en çok ezdiği toplum oldu. Efsaneye göre, Adem'den sonra İsa'dan önce iki kardeş evlenmişler, iki kardeşten üreyen nesil Çingene ismini almış. Ana yurdu Hindistan olmak üzere bütün dünyaya, dağılmışlar ve yerleşmişler. Türkiye'de de 1-2 milyon civarında oldukları biliniyor. Osmanlı döneminde dil, din, ırk ayrılıkları olmadığı için, Türkü, Kürdü, Arabı, Ermenisi, Çingenesine eşit davranılmış. Hepsi reaya statüsünde. Padişah, paşalar, asilzadeler bütünleşip reayadan vergi, asker almışlar. Osmanlı yıkıldıktan sonra 22 milyon kilometre kareden 769 km2 toprak kalmış, haritasını ise Churchill çölde kuma çizmiş. Churchill, burası Mısır, burası Irak, burası Suriye, Ürdün, Yemen, Suudi Arabistan ve Türkiye'nin sınırlarını belirlemiş. Böylece Osmanlı sömürgeleri el değiştirmiş diyebiliriz. Türkiye sınırlarındaysa Cumhursuz Cumhuriyet kurulmuş: Türkiye Cumhuriyeti. Türklük ön plana çıkarılmış, azınlıkların başından neler gelmiş geçmiş. Herkesin bildiği olaylar… Gelelim konumuza...Çingeneler...Toplumlar, örneğin bizler; Allah’ın kulu, peygamberin ümmetiyiz. Çingenelerse, peygamberleri olmadığı için sadece Allah’ın kulu. Çingeneler eski dönemlerde Allah'tan Peygamber istemişler. Bütün peygamberler erkek, Çingenelerse kadın peygamber istemiş. Tanrı'da bunu veto etmiş. Bugün hala kadın haklarına saygılı, en ileri toplum oldukları söylenebilir. Peygamberleri olmadığı için Çingenelere “buçuk” demişler. Nüfus cüzdanı verilmiş üzerine “Kıpti” yazılmış. Okuma ve yazma hakları engellenmiş, iş hayatına girmelerine bile izin verilmemiş. Türklerden Kürtlerden namus için yılda binlerce kadın öldürülürken, Çingeneler namus denilen kavramın kafada olduğuna inanmışlar. Hukukun işlediği yerde aç insan olmaz. Herkes “Hukukun üstünlüğü” diyor, aslında “Hukukun üstünlüğü” yok, üstündekiler var! Çingenelerin açlıktan ekmek, üşümekten giyecek çaldıkları söylenmiş. Bu nedenle hepsine hırsız gözüyle bakılmış. Aç insan yaşamak için çalıyorsa, bunun hırsızlık sayılması da ayrı bir konu!Aç kalan insanın yaşamak için birinci kaygısı, karnını doyurmaktır. Açlığın, dini, dili, rütbesi, mevkisi olmaz. Karnı doymazsa memleketi nasıl ilelebet muhafaza ve müdafaa edecektir?Yaklaşık 2 milyon Çingenenin ölmemek, yaşamak ve karnını doyurmak için 50 senede çaldığının toplam ederi, banka boşaltan soyguncuların çaldığı miktarın binde biri kadar tutmaz. Toplumlar, Çingeneleri ezince, ezilmişliğini unutuyor. Derin bir nefes alıyor ve mutlu oluyor. Valileri yok, polisleri var !Çingenelerin; Kaymakamı, Valisi, Başbakan'ı öğretmeni, milletvekili hiç olmamış. Ama; bekçisi, polisi, jandarması, savcısı, hakimi her zaman olmuştur. Devleti 20 milyar lira dolandıran beyzadelerin, bir kamyon dosyası kaybolup, dosyaları zaman aşımına uğrarken, Ekmek çalarken polise yakalanan kişi, “Adalet Mülkün ‘Taşınmazın’ Temelidir” yazan mahkeme salonuna çıkarılıyor ve 5-10 yıl arası ceza alıyor. Çingene bir çocuk doğduğu anda, kendisini sevmeyen, hakir gören, hakaret eden milyonları karşısında buluyor. Okul çağı geliyor, öğretmeni çingene diye en köşeye sıkıştırıyor. Sınıfta, öğretmenler, veliler, öğrenciler arasında hiç seveni, derdini açabileceği bir kişi bile yok. Okulda bir hafta zor dayanıyor ve bırakmak zorunda kalıyor. İlkokul diploması olmadığı için hiçbir yerde iş bulma olanağı kalmıyor. Çingeneden asker, polis, öğretmen, memur, devletten para alan bir kişi gördünüz mü? duydunuz mu?Barakada doğuyor, barakada ölüyor. Barakada yağmur, kar, çamur altında, yiyip- içme, ısınma, ışık yokken nasıl yaşanır diye hiç düşündünüz mü ?Hasta olduklarında doktorlar da Çingenelere savcı gibi muemele ediyor. Çingeneler cellat yapıldı !Değerli hakimler, “memleketi böleceksin” diye henüz suç oluşmadan idam cezası veriyor. Teraziye bakıyor doğru, kalemi de kırıyor. İstiklal mahkemelerinde binlerce insan asılıyor. Çingenelere de iş sahası açılmış oluyor! Çünkü Çingeneleri o dönemde idam cezalarını uygulatmak için kullanıyorlar. İpi boyuna geçirenler toplumda en suçlu duruma düşüyor. Buna karşın, Çingenelerin maddi durumları düzelmiyor. İdamları Çingenelere yaptırınca, kalemi kıran hakimleri aklamış oluyorlar. Aslında kalemi kıranın ipi de takması gerekmez mi? Çingenelerin bu durumu şairin bile mısralarında; “zavallı bir Çingenenin kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli geçirecekse eğer, ipi boğazıma” diye geçiyor. İdamlar çok şükür kalktı, iş sahaları kapandı. Ayı oynatıyorlardı, o da yasaklandı. Halbuki Çingene ayı ile aynı yerde yaşayıp, aynı odayı paylaşıyordu. Kalaycılık yapıyorlardı, alüminyum, paslanmaz çelik ve teflon çıktı. Teknoloji gelişti, kalaycılık da bitti. File, sele, sepet örüyorlardı, naylon poşetler çıktı. O iş sahası da kapandı. Elek kalbur gibi işler bitti. Hiç kimse Çingenelere pazarlaması için mal vermedi. Toprakları olmadığı için hiç tarım yapamadılar. Tapu dairesi ile hiç işleri olmadı ama gıda ürünlerine en zengin devlet soyguncusu kadar KDV ödediler. En ileri demokrasi Çingenelerde Burjuva demokrasisi değil, gerçek ileri demokrasiyi en iyi uygulayan Çingenelerdir. Dil, din, renk, ırk, insan haklarına çok saygılılar. Çingenelerden sosyal faşist, sosyal değil faşist hiç olmamıştır. Demokrasiyi en inceliklerine kadar benimsemiş ve ‘doğuştan demokrasi’ ile doğmuşlardır. Aile içi demokrasi ile büyümüşlerdir. Yazar-çizer politikacılar gibi demokrasi havariliği yapmamışlardır. Zaten demokrat doğduğu için demokrat olduğu için gerek de duymamışlardır. Hiçbir savaşta yer almamışlardır Çingenelerin barakalarına gittiğin zaman en ileri demokrasiyi koklarsın. Dikkatlice dinlediğin zaman Troçki ve Gandhi’yi sevdiklerini anlarsın. Zaten Çingenelerin yapısında, damarlarındaki kanda görebilirisiniz. İnsan sevgisinin ne demek olduğunu en iyi biliyorlar o şartlarda. Hayat dolu sevgi dolu olmak aile kültürünün üstünlüğünün belirtisi.Bir insana Çingene demek en büyük hakaret sayılmış, Bir vatandaş öbürüne Çingene derse, dava açıyor veya saldırıyor. Daha da kötüsü bıçaklıyor. Yaralanan mahkemeye veriyor, Çingene dediği için Hakim, 3 aydan 3 yıla ceza veriyor. Madde cezanın 33 ayını hakime bırakılmış !Denizli’de 1970’lerde Çingene köyü yakınlarında; pamuk, kavun sebze eken köyler var. Köylüler daha topraklarını ekmeye başlamadan önce, Çingeneler pamuk çalar yastık yapar, sebze çalar yer diye önlem almak için bir Çingene öldürüyorlardı. Bu birkaç yılda bir yapılırdı. Çingeneler karakola gidemiyor. Ölülerini karakola Muhtar bildiriyordu. Kim vurdu diye araştırma yapılmıyor, direk gömülüyorlardı. Birkaç kişi öldürüldü, ceza alan kimse olmadı. Komşu köylüler Çingene için “öldü” demiyor, “geberdi” diyor. Ölüsüne dahi kinlerini muhafaza ediyorlar, “Çingeneden padişah yapmışlar önce babasını asmış” diyorlar. Milletin efendisine arazi yok !Cumhuriyet kurulduktan sonra 1925 sonlarında Köşkler çiftlikler dağıtıldı. İzmir, Aydın, Manisa, Bursa, Eskişehir’de milyonlarca dönüm arazi verildi. Hala da holdinglere verilmeye devam ediliyor. Çadır kurdukları yerlerde, komşuları nedeniyle barınamayan Çingeneler de Ankara’ya Meclis’e çadır kurmak için 5-10 dönüm yer istemeye gidiyor. Meclis’in kapısındaki bekçiye söylüyorlar. Bekçi kafa kağıdı soruyor, bakıyor nüfuslarında “Kıpti” yazıyor. Daha yetkili birisi geliyor ve “Biz köşkleri çiftlikleri Sudan öteden gelenlere Avrupalılara veriyoruz. Siz Orta Asya’dan Hindistan’dan gelmişsiniz. Size onların yanında iş verilecek. İstihdam yaratılacak. Siz de bütün köylüler de çalışacaklar” diyor. Milletin efendisi olan köylüler de o dönemde Çingeneler gibi toprak sahibi olamıyor. Çin ile Gene Çingene: Ne kadar güzel isim. Bir şaire göre sevgili anlamına gelen zarf bir isim. Kardelen, kanarya der gibi. Ne kadar baskı görmüşler ki, kendilerinin binlerce yıllık o güzel ismi Çingene’yi Roman diye değiştiriyorlar. Bundan kötüsü olabilir mi? Ahmet Haşim satılarında “Çingene, insanın tabiata en yakın kalan cinsidir. zannedilir ki, bu tunç yüzlü ve bu fağrur dişli kır sakinleri, beşeri şekle istihale etmiş bir takım yeşil ağaçlardır... Çingene bizzat bahardır” der. Ezilenlerin bile en çok ezdiği toplum: Çingeneler. Türk, Kürt, Alman,Yunan, Rus da. Bir de Çingene deyince inceliğini güzelliği olan isim. Hemen anlarsın esprisini, seksiliğini. “Barış içinde yaşayın”Bir Çingene köyün kenarına çadır kurmuş. Hiç ekmek ve yiyecek yok, kadın kocasının yaptığı elek ve sepetleri satıyor. Elek satmak için köye giden kadın, ekmek yapan kadına elek satmaya çalışıyor. Ancak kadın parası olmadığını söylüyor ve takas yapmayı teklif ediyor. Ekmek yapan kadınsa, Çingenenin aç olduğunu anlayınca takas yapmıyor.Yetişmiş kızı olan Çingene kadın, kızını komşularından bir oğlanla evlendiriyor. Onlar da sele, sepet yapacak ve satacak. Zaten kayınpederi zor pazar buluyor ve para kazanıyor. Çaresiz kalıyorlar… Bir gün genç damat karısına bu kötü durumdan 300 koyun alarak kurtulacağını, karısından da koyunların sütünü sağmasını, süt ve peynir satabileceklerini söylüyor. Karısı da “ben koyun sağmam” diyor. “Sağacaksın”, “sağmam” derken kavga çıkıyor. Genç kadın eşini babasına şikayet ediyor. Olmayan para ile alacağı koyunlar için eşiyle kavga eden damadını çağıran adam, “Sen 300 koyun alacakmışsın bunları nerede otlatacaksın” diye soruyor. “Şu karşıki tepelerde” diyor damat. “Tepelere ben koyun sokmam, orada ben çubuk kesip, sele sepet örüyorum. Koyunlar filizleri yer sele sepet öremem” diyor. Damadı koyun almaktan vazgeçiyor. Kızını koyun sağmaktan kurtarıyor. Babası kavgayı önlüyor, “Gidin barış içinde bir arada hayalinizle yaşayın” diyor. Boşnak dönme bile ırkına müdahale ediyor. Türk olup bir Türkiye’de en üst mevkiye kadar yükseliyor. 1.5 milyon insana işkence ediyor, 70 kişiyi idam ediyor, binlerce kişiyi sakat bırakıyor. Ve bu insan 26 yıldır besleniyor!Bu saniyeden sonra ırkıma müdahale edemesem de en derin dönme Çingeneyim…

Karşıt olmalısınız!...

İnsanların çocukluklarından itibaren ayaklarından, boyunlarından zincire vurulmuş bir mağarada yaşadıklarını; öyle sıkıca bağlanmışlar ki, kafalarını kıpırdatmadan sadece önlerindeki duvara bakabiliyorlar. Arkalarında yüksek bir yerde bir ateş yanıyor. Kukla oynatıcılar ateşle mahpuslar arasında kurdukları sahnede kuklalarını oynatıyor, mahpuslar da önlerindeki duvarda kuklaların gölgelerini izliyorlar. Ömürleri boyunca başlarını kıpırdatmaksızın önlerine bakan mahpusların gözünde gerçekler yapma nesnelerin gölgelerinden ibaret kalmaz mı?
Şimdi bu mahkumlardan birinin zincirlerini çözelim. Yıllardır arkasında olan biteni merak ederek yüzünü ışığa dönecektir. İlkin kamaşan gözleri ışığa alıştığında gerçekleri bir bir görecek ve şaşıracaktır. Mağaradan dışarı çıktığında ise gerçek dünyayı görecek ve ancak o zaman görünen her şeyin kaynağının güneş olduğunu anlayacaktır.
Şimdi bir an için onun yüreğinin iyilikle dolduğunu düşün; dönüp arkadaşlarına gerçekleri anlatmaya kalksa ona gülmezler mi? Onların zincirlerini çözüp kurtarmak istese, ellerinden gelse onu öldürmezler mi?”